25 Mart 2014 Salı

Fondue Restaurant

Bazen bana, neden yazdığım eleştirilerdeki üslubun bir yazıdan diğerine farklılık gösterdiğini soruyorlar. Bunu çok düşünmedim bugüne kadar, ama ilk aklıma gelen, duygusal durumumdaki değişikliklerin yazdıklarıma da yansıdığı yönünde. Bazen coşkuyla, zaman zaman kısır bir espri tonlamasıyla, nadiren de olsa yarı resmi bir sertlikle meramımı anlatmaya çabalıyorum ben. Her denememde tek bir ortak özellik var: Ne düşünüyorsam onu yazıyorum. Eğip bükerek, birilerine yaranmaya çalışarak, ya da durup dururken birisini yerin dibine geçirerek ulaşmak istediğim bir "gizli ajanda maddesi" yok. Bunu seviyorum. Bağımlı ve çıkar sağlayıcı durumunda değilim. Bu blogun sayfaları dünyanın dönüşünü durdurabildiğim, hayatın akışına tek bir hamleyle yön verebildiğim, kimseye hiçbir hesap vermediğim,  hem padişahı hem de kulu olduğum, istediğim gibi at koşturduğum tek mecra. Yaşamın, devletin, insan olmanın kişinin sırtına tüm haşmetiyle bindirdiği sorumluluklar, burada tuzla buz olup gidiyor. Hayatta en sevdiğim işi, yemek yemeyi gerçekleştirirken, bir yandan da yazma dürtümü hunharca tatmin ediyorum. Üstelik de bunu binlerce kişi ile paylaşarak anonim bir insan topluluğuna hitap ediyorum. Kimse okumak zorunda değil, okuyanların çoğunu da tanımıyorum. Bu gizli iletişimin verdiği kadifemsi keyifle her geçen ay daha da çok yazıyorum. Bazı günler, yazmaktan iyice yorgun düştüğümde, tek bir tuşa basıp yayınladığım bir eleştirinin, Mac'in ekranından bana bakan yansımasına aptal aptal gülümseyip uykuya dalıyorum. Bu bön rahatlamanın yaşamım boyunca hissettiğim en büyük ruh hastalığı tedavisi olduğunu düşünüyorum. Burada savurduğum kurşunlar ve sunduğum güller sayesinde toplumun içine karışıp normal bir kişi gibi davranıyorum. Amacım hissetiklerimi yazmak. Bir lokanta iyiyse, tüm dünya ile bunu paylaşmak, o mekana destek olmak, memleketimiz gibi kısa vadeli planların diyarı olan bir yerde, uzun soluklu işletmelerin olmasına katkıda bulunmak. Mekan kötüyse düzelmesi için yapıcı eleştirilerde bulunmak, ama eğer ümitsiz bir mekan ise, kaybolup başkalarına yer açması için yaylım ateşine tutmak...

Fondue Restaurant'ı sizlere anlatırken, -daha yazının başından belirtmeliyim- çok beğendiğim, hatta samimi konuşmak gerekirse bayıldığım bir mekanı analiz edeceğim için böyle bir girizgah yaptım. Vasatlığın kabul gördüğü, hatta yüceltildiği bu ülkede, iyi işler yapıldığında iyi insanlar bunu görmeli, bir parçası olmalı, desteklemeli, diye düşünüyorum. Ancak bu yöntemle sıradan, sıkıcı ve özensiz işler yapmaktan kendimizi kurtarıp "doğru dürüst" olma istikametine yelken açabiliriz. Rafine zevklerin gelişmesi ve yükselmesi, ancak çevremizde beğenilerimizi cilalayan birtakım başarılı işler gerçekleşiyorsa olabilir. Bana kalırsa, az sonra eleştirisini okuyacağınız lokanta, bu bahsettiğim tanıma bir hayli uyuyor.

Mekanın işletme koordinatörü Halit Özgün'ün anlattığı kadarıyla Fondue, İsviçre'de dünyaya gelmiş ve Fransızlar tarafından sahiplenilince Avrupa'yı etkisi altına almış, sonra da iyice yaygın hale gelmiş bir yemek. Aslına bakılırsa bir "savaş düzeni fakir zaman yiyeceği" olarak icat edilmiş fondue. Eldeki malzemeleri değerlendirip sofraları şenlendirmek üzere kurgulanmış. Şimdilerde, ortaya çıkış sebebine tamamen zıt bir duruşu var, zira üst segmente ve damak zevki gelişmiş olan insanlara hitap ediyor. Bendeniz için ise, çocukluğumda babamın beni götürdüğü bazı lokantalarda, benim için büyük bir ödül olarak karşıma çıkan bir yemek bu. Hatıraları hep çok renkli ve mutluluk verici. Paris'te ekmeğimi bandığım bir peynirli fondue, Boğaz'da çatalımın ucundaki eti cızırdatan bir et fondue, mum ışığında bir çileğin üzerinden yere damlayan çikolata fondue. Evde bile bunu yapacak alet edevata sahip olduğumu belirtmeme gerek yok sanırım. 

 


Fondue Restaurant, Gayrettepe bölgesinde açılmış, bana kalırsa bulmanızın bir miktar güç olduğu bir lokasyonda hizmet veriyor. Fulya'dan geliyorsanız eğer, Acıbadem Hastanesi'nden sağa dönün, yukarı çıkın, yol ikiye ayrıldığında yine sağ istikameti seçin, Gayrettepe'ye doğru tırmanın. Bir hayli ilerledikten sonra sağ kolda bulacaksınız mekanı. Dikkatli bakın yalnız, zira biraz araya saklanmış gibi duran bu lokantayı kaçırma ihtimaliniz yüksek. İçeri girdiğinizde sanki başka bir dünyaya geldiğiniz izlenimine kapılıyorsunuz. Girdiğiniz kapıdan böyle bir iç mekana geçebileceğinizi asla hayal edemiyorsunuz. İçerisi modern döşenmiş, dekorasyonuna ve malzeme seçimine çok özen gösterilmiş bir atmosfer sunuyor size. Daha önce bazı yazılarımda kullandığım "eklektik" tabirini burada da kullanabilirim rahatlıkla. Farklı renkler, geometrik şekiller, beklenmedik objeler karşınıza çıkıyor ve hepsi şaşırıtıcı bir uyum içinde bir arada yaşıyorlar. Gündüz ziyaret ettiğim Fondue Restaurant'ın, gece ışıklandırıldığında çok daha farklı ve güzel göründüğü hissine kapıldım, denemesi size kalmış. Mekanın önünde ise nispeten küçük bir bahçesi de mevcut. Yaz günleri burada fondue keyfine varmak çok güzel olacaktır diye düşünüyorum.

Zengin ve şu ana kadar bahsi geçen fondue dışında pek çok yemeği içeren bir menüsü var lokantanın. Lakin ben buraya tadıma gitmeden önce, özellikle sadece mekana ismini veren fondue çeşitlerinden mideye indirmeyi kafaya koymuştum ve aynen öyle yaptım. Dolayısıyla peynir, et ve çikolata fondue dünyasında gerçekleştirdiğim keyifli bir uçuşun ardından yazıyorum bu satırları. Menünün detaylarını sizinle paylaşacağım. "Fodue-dışı" aleme dair bir tek zeytin ve peynirli foccaio ekmeğinin tadına baktım. Yemekten önce iştah açıcı olarak getirmişlerdi. Onu da, resmen pizza niyetine yedim. Dolgun ve tatmin edici bir lezzeti vardı, incecikti ama çok kuvvetliydi.



Çeşit çeşit Peynir fondue'ler vardı menüde: 

CHEESE FONDUE                                                                                          
Appenzeller, gravyer, tilster ,emmantal peynir, tane karabiber, karışımlı klasik peynir fondue

FRIBURGER FONDUE MOITTE-MOITTE                                                
Friburger ve emmantal peynir karışımlı fondue

HOT CHİLİ FONDUE                                                                                     
Emmantal, gravyer ,alpenzeller peynirli, Acılı peperencio soslu , tane karabiberli fondue

SWISS FONDUE                                                                                                            
Gravyer, tilster, emmatal peynir, Pepeverde biberli, tane hardallı ve tane karabiberli fondue

TRUF FONDUE                                                                                               
Tilster,emmantal, gravyer peynirli, Mantarlı ve trüf mantarı yağlı, tane karabiberli fondue

Bendeniz bunların içinden, appenzeller, gravyer, tilster, emmantal peynirinin uyumla harmanlandığı "Cheese Fondue"yü seçtim. Yanından getirdikleri ekmekleri, havuç, patates, brokoli parçalarını keyifle bandım peynir bulamacının içine. Bunları yaparken yine hayatın güzel olduğunu düşündüm. Bazılarının "mıhlama" adlı Karadeniz yemeğine benzettiği bu tadı ağzımda uzun uzun evirdim çevirdim. Yağa bulanmış mıhlamadan kesinlikle daha lezzetli olan cheese fondue'nun içindeki karabiberin sevimli fısıltılarını dinledim bir süre. Ekmeği bana bana saatlerce sohbet edip yiyebileceğim harika bir yemek olduğunu düşündüm. Çok doymamalıydım, zira sırada tadına varacağım enfes bir et fondue vardı. Menüde iki türü bulunuyordu:


FONDUE CHINOISE                                                                                      
El yapımı demiglase sos , tane karabiber, tuz, çeşitli baharatlarla tatlandırılmış fondue

FONDUE BURGIGNON                                                                               
Et - balık ve deniz mahsülleri seçenekleri ile...

Malzemelerin yağın içinde kızardığı, bildiğimiz tanıdığımız Fondue Burgignon'dan ziyade, Halit Bey'in de yönlendirmesiyle, Fondue Chinoise söyledik. Muazzam, kendi başına bir dünyası olan harika bir demiglase sosun içinde pişmek üzere güzide etlerimiz geldi masaya. İki yorumum olacak burada: 1-Sosu o kadar güzel ki, sadece ona ekmek banarak, ya da çorba gibi kaşıklayarak içebilirsiniz. İçindeki soğan, et suyu, karabiber tadını çok net hissettim. 2-Etler ise çiğ olarak bile carpaccio niyetine yiyebileceğiniz kıvamda ve harika durumdaydı. Artık nasıl marine edildiyse, çiğ olarak tadına bakmaktan kendimi alamadım. Birçok sos vardı et fondue'nun yanında. Barbecue, salsa, sarmısaklı-cevizli, mayonezli. Eti ağır ağır haşlayıp sosa bandım ve gözüm kapalı yedim. Pamuk gibi dağılıyordu ağzımda. Büyük bir mutluluktu bu. Üzerinde ayrı ayrı sosları koyacak bölmecikleri olan tabaklar bile özenle seçilmişti. Resmen bayıldım.

Ardından sıra çikolata fondue'ye geldi. Gözlerimi kapadım. Sözün bittiği yere gelmiştim artık. İsviçre menşeli kuvertür çikolatanın içine bir shot konyak atmışlar ve çilek, kiwi, muz parçacıkları eşliğinde masaya getirmişlerdi. Bitter çikolatadan çocukluğundan beri uzak durmuş olan bendeniz, büyülü bir dünyada dolanır gibi duydum kendimi. Kahverengi bir dünyanın içinde tanımadığım bilmediğim çiçekler vardı sanki. Ilık çikolata ağzımın içinde eriyordu. Sakin olmam gerektiğini düşündüm. Sakin kaldım. Belki de, yaşamım boyunca cennete en yakın olduğum anlardan biriydi bu.




Fondue maratonu yapmış olmama karşın belirtmem gerekir ki, bu lokanta menüsünde pek çok farklı yemek çeşidini de barındırıyor. İtalyan mutfağının harika lezzetlerini de sunuyor ziyaret edenlere. Hatta pizzalar bile bulunuyor ve bence denemeye değer. Bir sonraki ziyaretimde mutlaka tadına bakacağım.

Sözün özü, sevgili okurlar, geleceğinin parlak ve uzun soluklu olmasını dilediğim bu harika lokantaya tüm iyi dileklerimi sunuyor ve ziyaret etmenizi şiddetle öneriyorum.

  • Adres: Gayrettepe Mah. Pazar Sok. No:24/1 34349 Beşiktaş/İstanbul



20 Mart 2014 Perşembe

Nikol Galata

Geçen gün birisi, "yazılarımda kendimi anlattığım"a dair çok zekice bir çıkarımda bulunmuş. "Günaydın!" demekten kendimi alamadım bu güzide yorumu gülümseyerek okurken. Yazılarımı inceleyenler gurmelikten nasibini almamış bir şahıs olduğumu kolaylıkla görebilirler zaten. Amerikan tarzı bir yaklaşımla, "Bunu anlamak için roket bilimcisi olmaya gerek yok" diye fısıldayabilirim kulağınıza. Blogun "Hakkımda" bölümünde, yemek pişirmekten, işin tekniğinden, hangi malzemenin dünyanın neresinden geldiği meselesinden çakmadığım, lakin çok iyi bir yiyici olduğum vurgulandığı için, genelde gönlüm rahat olsa da, yer yer bu açıklamaları tekrarlamak zorunda kalıyorum. Ben uzman değilim sevgili okurlar. Yoldan geçen birisiyim ben. Memleketim Hedonia'yı uzun zaman önce kaybettim; onu arıyorum gittiğim her lokantada. Beni ben yapan saçmalıkları sık sık paylaşmama şaşırmayın, hayrete düşmeyin, zira beni var eden her bir yapı taşı, gittiğim mekanları, oralarda yediğim yemekleri nasıl algıladığımı da gösteriyor. Beni ben yapan "şey"ler, ağzımdaki tadı, gözümdeki renkleri, burnumdaki kokuları ortaya çıkarıyor. Bir lokantayı anlatırken, onun olduğu sokakta başımdan geçen bir çocukluk anısını tasvir etmemi garipsemeyin bu yüzden. Bu blogun amacı bu. Yoldan geçen bir adamın, kendi küçük dünyasında yaşadığı lezzet yolculuğunu, giderek silikleşen anıları, çok da net olmayan dünya görüşü ve oynak kişisel zevkleri doğrultusunda paylaşmak istemesi. Tamamen öznel, kendi hastalıklı çoşkularım, takıntılı öfkelerim ve onulmaz hayal kırıklıklarımla harmanladığım bir içerik üretiyorum ben burada. Otuz ki senenin sonunda tattığım bir cheesecake ile kırk iki sene sonunda mideye indirdiğim aynı cheesecake'in lezzeti hiç bir olur mu? Böyle düşünün. Bunlar benim beğenilerim ve kişisel beğenilerin bir doğrusu-yanlışı olmaz bana kalırsa.

Serdar-ı Ekrem denen sokağın adını iki sene önce öğrendim. Yaşadıkları hayatı, yol tariflerini, anılarını sokak adlarına endeksleyerek süren dostlarıma hep gıpta ile baktım. "Şakayık Sokak'tan dön, hemen köşede bir balıkçı var..." "O dönemlerde Serencebey Yokuşu'nda oturuyordum. İki göz bir evim vardı""Tunaman Sokak'taki çocukluk günlerim ne güzeldi" gibi... Geçtiğim hiçbir sokağın ismini öğrenemediğimi, Serdar-ı Ekrem'i dolaşırken fark ettim geçenlerde. Oysa ki bu sokakta, seneler öncesinden, çocukluğumdan, gençliğinden gelen onlarca anı biriktirmiştim aslında. Eski yüzlü asırlık binaların bir yığın anısı vardı. Her okulu kırdığımda geçtiğim bir sokaktı bu her şeyden önemlisi. Ama o zamanlar  burada pejmürde, yüzüne bakılmaz yapılar ağırlıktaydı. Bazılarının düşündüğü gibi, "Nerede o eski Beyoğlu" durumu falan yoktu, açıkçası bitikti bu sokak. Tüm haşmetiyle insanı kendinden geçiren efsanevi Doğan Apartmanı dikiyordu o devirde de insanın karşısına. Muazzam bir mesajdı Doğan Apartmanı. Ademoğlunun yapabileceklerinin ne kadar ürkütücü olduğunu vurguluyordu adeta. Bugün bile, önünden geçerken, bu apartmanın yatay inşa edilmiş bir Babil Kulesi olduğunu düşünürüm. Önünde saygıyla eğilir, yoluma devam ederim.

Yirmi sene önce Doğan Apartmanı dışında pek de renkli bir görünümü olmayan bir muhitin, bugünkü hali ise görmeye değer sevgili okurlar. Bir çeşit "oto kentsel dönüşüm" yaşanıyor buralarda. Karaköy'deki Dem'i anlatırken de yazmıştım. Oturan insanların, kafa yapılarının, hayat tarzlarının değişmesiyle birlikte binalar da güzelleşiyor ve belki de Beyoğlu'nda bundan en çok nasibini alan sokak Serdar-ı Ekrem. Hip tasarımcıların ürünlerini satan butiklerden tutun, ufak mı ufak, ama kendinizi bir Avrupa arka sokağında duymanıza sebep olacak cinsten kafeler mi dersiniz, yoksa yedi-sekiz odalı enfes apartlar mı istersiniz, antikacıları mı gezmeyi arzu edersiniz, hepsi bu sokağın bir köşesine konuşlanmış sakince. İnsanın dolaşırken içi açılıyor burada; hafif hayret dolu bir ifadeyle, azıcık da gülümseyerek geçiyorsunuz bu ince uzun yoldan.

Bugünün Türkiyesi'nde insanın içinin açılmasına gerçekten büyük gereksinim var. Yaşadıklarımız bizi giderek daha öfkeli ve karamsar bir hale getiriyor. Bu olurken, bireysel olarak, zaman zaman "kaçış"lara ihtiyaç duyuyoruz. Kaçabileceğimiz de çok fazla bir yer yok, adeta kuşatılmış durumdayız çirkinliklerle, çatışmalarla ve göz göre göre söylenen yalan dolanla. İşte Serdar-ı Ekrem'in göbeğindeki Nikol Galata, bu karmaşanın, mutsuzluk girdabının ve "tünelin sonundaki ışığın bir türlü görünmediği" ortamın içinde, benim açımdan koskoca bir vaha gibi görünüyor.

Burası bir "konsept dükkan" olarak sunuyor kendini, bunun nasıl anlaşılabileceğini izah etmeye çalışacağım, ama dediğim gibi, benim açımdan tam bir mutluluk ve kendini dinleme adacığı burası. Yani hem eşle-dostla, hem de yalnız başınıza gelebileceğiniz bir mekan. Tünel tarafında, İsveç Konsolosluğu'nu biliyorsanız, hemen onun yanındaki Şahkulu Bostanı Sokak'tan aşağı doğru sapın, sokağın sonundan tekrar sağ yapın, dümdüz yürüyün. Yüz elli metre sonrasında Urban Station'u göreceksiniz, onun hemen ilerisinde duruyor Nikol Galata. Kuledibi'nden gelmesi de hayli basit aslında. Kule'nin dibini bulun, azıcık yürüyün Yüksekkaldırım'a doğru, ama sapmayın, dik kesin bu sokağı, yüz metre sonra solda göreceksiniz Nikol'ü.

Yüksek tavanlı, son kertede ferah, geniş camları adeta sokağın içindeymişsiniz hissini aşılayan bir dükkan burası. Duvarlar, son senelerin yükselen değeri tuğla ile örülü yer yer. Hafif eklektik dekore edilmiş, ama kesinlikle rahatsız edici değil mekanın içi. Ayrca bu kaotik uyumun bir sebebi de var: Her şey satılık burada! Bendeniz yemek yemeğe gelmiş de olsam da, üzerine oturduğum koltuktan, duvarlarda sergilenen resimlere, askılara asılı yığınla t-shirt'den harika Moleskin defterlere,  süslü mumlara, takılara, kremlere, rengarenk çantalara kadar her şeyi satın alabilirsiniz Nikol'de... Evet, burada hepsi satılık...

Derken bilincim akıyor...

Mutlu bir insan değilim. Fonda hafif bir müzik çalarken Serdar-ı Ekrem'e bakıyorum. Hayatın ne kadar boş olduğunu düşünüyorum. Arada gözlerim kapının girişindeki muazzam tatlı "dolabı"na kayıyor. Belki de hayat o kadar boş değil, diye geçiriyorum içimden tatlılara bakarken. Mekanın derinliği depresif sayıklamalarıma karışıyor azıcık. Nisan 2013'te açılmış burası. İyi ki de açılmış. Bir gelişimde yediğim Nutella'lı cheescake'e şükrediyorum sessizce. Yaşamın gizli saklı bir meselesi varsa keşfedilmesi gereken, hem Nutella, hem de keki bir araya getiren o hastalıklı yaratıcılıkta var olmalı, diyorum. Yüzüm pembeleşiyor onu yerken. Hayatı sevmek böyle bir anda mümkün olmalı işte. Mümkün olmalı.

Benim gibi tostu seven bir insanı tarifsiz doyumlara ulaştıran tostları var Nikol'ün. Bir gidişimde de onlardan birini yiyorum. Peynir, kurutulmuş domates, çay...Benim gibi kafası karışık bir adamı bir tostla mutlu edebilirsiniz. Bu kadarı bile yeterli. Serdar-Ekrem de akıyor önümden. İki adam bağıra çağıra kavga ederek geçiyor. Bu sene sakal moda; ikisi de sakallı. Sonra boyalı bir kadın, türbanlı bir kadın, çirkin bir kadın, güzel bir kadın geçiyor. Tostum bitmiş. Yeterince kadın geçince, tostum da bitince hayatı düşünüyorum. Genel bir hiçlik duygusu, fondaki caza karışıyor. Birileri bu müziği yapabiliyorsa, dünya için de ümit olmalı, diye sayıklıyorum.

Somonlu Bruschetta yiyorum geniş menüden. İçki ruhsatları yok, bu üzücü. Burada geceleri tadım menüleri servis edilirken, gündüzleri birçok seçenek arasından sipariş ediyorsunuz yiyeceklerinizi. Somon, soğan, biraz da avokado tadı var sanki. Hoşuma gidiyor. Duvarlardaki resimlerin güzelliğine hayret ederek indiriyorum bu yemeği mideye. Resimleri alabileceğime dair düşüncem, en beğendiğimin 15.000 TL olduğunu görmemle sona eriyor. Şimdi hiç sırası değil. Koskocaman bir ziyafet masasının kenarına oturmuş sokağa bakıyorum. Bir yandan mekanın yüksek tavanından sarkan salıncağa takılıyor gözlerim. Tuhaf ! Salıncak cinsel bir dürtü yaratıyor gibi sanki. Bunu kovuyorum acilen beynimden.

Yemekte mantı var. Bin türlü mantıcının cirit attığı Dersaadet'te, bir Galata dükkanında, geniş tahta bir masada oturan bir adamın, iyi bir mantıyla karşılaşma olasılığını düşünüyorum. Bildiğinim her şeyi unutmam gerektiğini anlıyorum. Mantının tanımı evrilip çevriliyor kafamda. Kafam yerle bir oluyor. Yok oluyorum. Sonra yeniden yaratıyorum kendimi. Kendi kendimi yapıyorum. Yeni ben, mantının böyle bir şey olduğunu biliyor artık. Tanıdığım tüm olasılık hesaplarına, her türlü permutasyon, kombinasyon ve diğer saçmalıklara okkkalı bir küfür savuruyorum. Nikol'ün mantısı ziyafet gibi bir şey. Nikol'ün mantısı, hayata anlam veren bir reçete belki. İçimden, "keşke yalnız mantın için sevseydim seni Nikol" diye bir şiir mutasyonunu haykırmak geçiyor. Ama yapmıyorum. Yoğurdu, sosu, kıyması, yufkası ile ağzımda dans eden bu mantıya saygı gösteriyorum.

Muzlu pudingim geliyor. Usul usul yiyorum. Nutella'lı cheesecake gibi değil. Ama nöronlarımdan gürül gürül salınan serotoninin akışını arttırdığı muhakkak bu tatlının da. Gülümsüyorum.

Serdar-ı Ekrem'e çıkıyorum.

Hayatın yaşanabilir bir şey olma ihtimalini seviyorum...

Serdar-ı Ekrem Sokak GalataTel:0212 251 51 58

9 Mart 2014 Pazar

Krepen'deki İmroz


Beyoğlu meselesi...Damarlarımıza bu coğrafyanın coşkusu zerk edilmiş çok uzun zaman önce. Pek çok insanın girmeye korkuğu ara sokaklara, köhnemiş, isli yüzlü, terk edilmiş binalara vızır vızır girmişiz seksenli yıllarda. Üstelik de daha onlu yaşlarda, "karşının çocuğu" gibi bir yafta üstümüze yapışmışken yapmışız bunu. Bağdat Caddesi'ne "cadde" denilmeye başladığı, Kristal Büfe'de tuhaf bir piyasanın peydahlandığı, Özal'lı güzide senelerden bahsediyorum. "Cadde"ye bir miktar uzak, Fenerbahçe semalarında yatıp kalkan bendeniz, okul durumundan mütevellit, o son kertede civcivli onbir  ile ondokuz yaşlarımın arasında, hani tam da eprimiş romanlarda "ilkgençlik yılları" diye tabir edilen heyecanlı bir yaşımda, Kuledibi mezbelesinde soluk alıp vermeye başlamışım. Eh, insan her allahın günü Kuledibi'ne giderse, kerhaneyi de bilir, Yüksekkaldırım'ı da, trafiğin çift yönlü aktığı Cadde-i Kebir'i de, randevuevlerini de, artık pek rastlamadığımız pavyonları da, Kulis ve Papirüs'ü de ve şüphesiz ki belli başlı tüm lokantaları da. Bunları bilen adam, yaşlar ilerledikçe, ufaktan meyhane sorunsalına da aşina olur Beyoğlu'nun. Ölçer-biçer, o şıngır mıngır ülkenin farklı batakhanelerini karşılaştırır zaman içinde birbiriyle. Sonunda, yeterince bilgiye sahip olunca (yirmibeş sene su gibi geçmiştir neticesinde) kendi küçük adacıklarını oluşturur kişioğlu. "Şu meyhaneye giderim, bu bölgedekilerin pek yüzüne bakmam, oranın ciğeri iyidir, buranın favası kötüdür, vs vs..."

Daha önce yazdıklarımı okuyanlar aşağı yukarı duruşumu bilirler bu mesele gündeme geldiğinde. Ben Asmalımescit taraflarını şenlendiren meyhanelerin adamıyım daha çok. Bir numaramın Cavit olduğunu çok önceleri yazmıştım. Diğerleri sonradan gelir. Bana kalırsa, bu tarz mekanlar söz konusu olduğunda, Beyoğlu'nda iki temel adacık yer almaktadır: Asmalımescit mıntıkası ve Balık Pazarı-Çiçek Pasajı bölgesi. Bendeniz ikinci bölgenin pek müdavimi sayılmasam da, belirli lokantaları ziyaret etmeyi ihmal etmem sene içinde. Bunlardan birisi, Çiçek Pasajının göbeğinde yatan, kabak kızartmanın İstanbul'daki tartışmasız efendisi, Seviç'tir. (ki kendisini burada detayları ile yazmıştım).  Diğeri ise, Nevizade keşmekeşinin en sonunda karşılaşacağınız, pek vakur, bir o kadar da alımlı İmroz'dur.

Bir zamanlar gittiğim Kuşadası barlar sokağının tuhaf barlarının kapılarında insanla göz teması kurmaya çalışan ve bunu başardığında mide kaldırıcı danslarla size yanaşmaya çabalayan, bunu da başarı ile gerçekleştirdikten sonra, kolunuzdan çekiştirip sizi zorla bara sokmaya çalışan adamlar vardı. Bunun tufah bir versiyonunu Brüksel'de, her tarafı deniz mahsülü lokantaları ile kaplı köhne bir sokakta da gördüm. Müşteri çekmeye çalışmak için bar-lokanta "kapı"larından istifade etmek, aklı başında insanı cidden sinirlendiren bir yöntem aslında. Nevizade mecrasında da hemen hemen tüm işletmelerin kapılarında (ki özellikle yanınızda kadın varsa) "Abi buyur yerimiz var terasta" gibi birtakım cümlelerle sizi içeri davet eden kişiler mevcut. Sudan çıkmış balık gibi, insan seline kapılmış dolanan turistlerin üzerinde etkili olabilecek bu tacizkar yaklaşımın, bu kentte yaşayanları rahatsız edebileceği ne yazık ki anlaşılamamış durumda.

Ve sevgili dostlar, Nevizade Sokak'ta, kapısında birisinin durup da sizi içeri almaya çalışmadığı tek mekan, tahmin de edebileceğiniz üzere İmroz. Bu önemsiz detay bile, meyhanenin diğerlerinden farklı olduğunun ipuçlarını veriyor insana. Mekan size iyi hizmet ve yemekler sunduğunu daha kapısındaki tavrıyla çıtlatıyor adeta. "Benim sana sunacağım bir sürü şey var, yılışıklık dışında" diye fısıldıyor usul usul. İşte salt bu sebepten bile, Nevizade'nin incisi İmroz'a gidebilirisiniz Asmalı meyhanelerine alternatif aradığınız vakitlerde. Yeri çok kolay: İstiklal Caddesi'nde Taksim Tünel istikametinde yürürken, sağ tarafınızda gördüğünüz Çiçek Pasajı'nı hemen geçince, Balık Pazarı'na gireceksiniz. Dümdüz yürüyün Tarlabaşı yönüne doğru, tezgahlara dizilmiş balıkların simetrisine, sebze-meyvelere bakın. Ardından, sağ kolda Nevizade'yi göreceksiniz. Bu sokağı da dümdüz geçin. Sinir bozucu kalabalığa ve sokağın üzerinde sıkışan trafiğin anlamsızlığına aldırmamaya çalışın. Yolun en sonuna doğru, sağ kolda bütün haşmetiyle duran İmroz'a ulaşacaksınız. O daracık bölgede bile, açıkta oturabileceğiniz masaları mevcut İmroz'un, ama insan seli sizi rahatsız ederse (ki beni çıldırtma merhalesine getirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim) içeride oturabileceğiniz bol bol yer mevcut. Bana hayli "Refikvari" görünen alt katta nispeten az masa var, ama gavur tabiriyle "cozy", küçük ve samimi bana kalırsa; üstte "salon", daha tepede ise "teras" bölümleri var. Hepsinde oturulabilir. Ama ben sakin ve muhabbete yönelik bir gece planlıyorsam salon bölümünü, daha "goygoy"lu bir gecenin arayışında debeleniyorsam alt katı seçiyorum.

Ne yaptığını bilen, güleryüzlü, babacan ve esprili garsonlar muzzamdır İmroz'da. Mekanın bu anlamda on puan alması kaçınılmazdır. Bir meyhanede olması gereken en iyi servisi alır, mutlu ayrılırsınız, kuşkunuz olmasın kesinlikle.

Yazımı taçlandıran soğuk meze tepsisinden de görebileceğiniz üzere, envai çeşit mezenin dans ettiği bir seçenekler cümbüşü geliyor masaya. Seçmesi zor. Hepsini yemek ya da tatmak olanaksız. O vakit, birçok denemeden sonra bendenizin süzgecinden sıyrılmış ve ön plana çıkmış olanlardan bahsedelim. Öncelikle, soslu torik söylemezseniz hayatınızın hatasını yapmış olursunuz bana kalırsa. İmroz'un özel lezzetlerinden birisi bu. Hem balık, hem meze... Ayrıca değme "fine dining" lokantalarında karşınıza çıkamayacak ölçide rafine bir dokunuş. Yanına ince ve yumuşacık servis edilen lakerdadan sipariş edin, korkmayın mezeleriniz fazla "balık balık" olacak diye. Patlıcan salatası güzel, ("bir Cavit değil"), ama Köpoğlu'su gayet iyi. Soğuk meze tabaklarının muktedir hakimi patlıcan ise, patlıcanın üç çeşidinden (salata, soslu, Köpoğlu), en lezzetlisi bu bence. Yeşil biber arası peynir getiriyorlar. Aman dikkat! Enfes bir tadı var, ama çok acı olabiliyor. Haydarisi standart, çok etkilemedi beni.

Ara sıcaklardan muska böreği, tabak tabak yiyebileceğiniz bir güzellik. Kızartmanın insanın içini bayıltan ağırlığı asla yok. Aksine son kertede hafif bir yemek yiyor izlenimine kapılıyorsunuz. İçideki peyniri hissederek yiyorsunuz. Kesinlikle bir cimrilik söz konusu değil. Kalamar tava da ağza layık bir yemek İmroz'da. Pek keskin olmayan bir tarator ile getiriyorlar. Ağızda mükemmel bir uyum yakalıyor bu ikili. Benden söylemesi, bir de karides güvecin tadına bakın. Çok lezzetli, bunu rahatlıkla söyleyebilirim, amma ve lakin, esas yapmanız gereken, bu muhteşem güvecin suyuna ekmek banarak harikulade bir şamandıra keyfine dalmak olmalı. Hayatımın en randımanlı şamandıralarından birini İmroz'da yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Mekanın tatlıları ise, bu güzel yemeklerin üzerine yağ-şeker dengesini kurup insanı iyice rahatlatıyor. Kaymaklı incir tatlısı ve mustafakemalpaşa sipariş edin. Ağır ağır mideye indirin bu arkadaşları bir Türk kahvesi eşliğinde.

Sonra yerinizden kalkın, insan seline kapılıp bir sonraki durağınıza, evinize, başka bir Beyoğlu mekanına, ayaklarınızın sizi götürdüğü yere gidin.

Yüzünüzde bir gülümseme, midenizde hoş bir duygu olacağından adım gibi eminim.



  • Adres: Hüseyinağa Mh., Nevizade Sk No:24, Beyoğlu
    Telefon:(0212) 249 9073


  • 6 Mart 2014 Perşembe

    New York Fries

    Mekanist oluşumunu seviyorum. Beni tanıyanlar menfi kişiliğimin bazan çok ön plana çıktığından dem vurarak beni "olumsuz bir adam" olarak değerlendirirler. Bu denli tuhaf ve mide kaldırıcı işlerin olduğu bir coğrafyada, Polyannavari bir bönlükle, "Her sabah yataktan gülümseyerek kalkarım. Bugün beni ne mutluluklar bekliyor diye çevreme bakarım." şeklinde konuşan sevgili hayat gurularından birisi olamadığım için üzgünüm değerli okurlar. Hiçbir zaman da olamayacağım. Dolayısıyla, bir gün "Hayat güzel, çiçekler, böcekler..." diyerek sizlere yaklaştığımı görürseniz, anlayın ki bir yalan söylemeye hazırlanıyorum. Dikkatli olun o zaman bana karşı. Yaşam düsturum, iyi ve başarılı olanları takdir etme, onlara hakkını verme ve kendilerini dozunda bir şiddetle kıskanma yönündedir. Yani her zaman olumsuz bir kimse değilim ve özellikle bu blogun sayfalarında elimden geldiğince beğendiğim meselelerden söz açmaya çabalıyorum.

    İşte Mekanist oluşumu da böyle beğendiğim bir topluluk. İyi işler yapıyorlar. Sosyal medya çılgınlığının en civcivli günlerinde, binlerce katılımcının yarattığı içerikle, arama motorlarının tozunu attırıyorlar. Benim gözlemlediğim iki önemli özelliği var Mekanist'in: 1- Gerçekten mekanlar konusunda, gitmeden önce bilgi almak isteyen kişilere, büyük oranda faydalı ayrıntılar sağlıyor. Ben bu gruba dahilim. Bir lokantaya gitmeden önce Mekanist'e göz atarım mutlaka. 2- Yorum girişi yapan insanlar için beklenmedik bir aidiyet duygusu yaratıyor. Bir bütüne, bir oluşuma dahil olma hissi veriyor. Onların kendilerini daha tamamlanmış gibi duymalarını sağlıyor. (zaten bütün sosyal medyanın en dibinde bu fikir yok mu?)

    Bütün bunların üstüne, bir de mekanlar hakkında yorumlarını paylaşan kişileri sanal karmaşadan gerçek hayat düzlemine çıkaran "etkinlik"ler de yapınca, Mekanist, bazı kişiler için tadından yenmez hale geliyor. İşte bunu seviyorum. Hem bol bol içerik, başvuru kaynağı olma misyonu, hem de insanları bütünleyip onları bir araya getiren bir enstruman olma işlevi... Mekanist iyi bir oluşum; blog yazılarımı oraya koymayı seviyorum ve bunu yapmaya bundan sonra da devam edeceğim.

    Bu girizgahı katıldığım bir Mekanist etkinliğini anlatacağım için yaptığımı tahmin etmişsinizdir. Arada sırada yapılan davetlere uyarak ben de katılıyorum bu görüşmelere. Bu defa ziyaret edilen yer New York Fries (Brandium - Ataşehir) ve tadım nesnelerimiz patates kızartması. Önce patates kızartması sorunsalı ile alakalı "değerli" fikirlerimi dökeyim bir ortaya arzu ederseniz. Aslında pek sevmem ben patates yemeyi. Haşlaması çocukluğumun ishal dolu günlerini çağrıştırır ister istemez. Kızartması beni pek açmaz, zira sosa banmadığım zaman pek bir değeri yoktur. Kendinden baharatlı bazı patates kızartmaları da tarzım değildir pek. (Nusret Burger'dekini hariç tutuyorum) McDonald's'ın ve Arbys'in patatesini ise yenebilir bulurum. Püre versiyonu aslında en yaratıcı olanlardan birisidir, lakin tuzu az olduğu vakit pek boğazımdan geçmez. Kumpir konusunda hiç girmiyorum; Benim içime de o kadar malzeme koysanız tadım güzel olur. Bir de Patso meselesi var ki, gerçekten anlatılmaz, yaşanır. Yiyenleri her gördüğümde "Ekmeğin içine patates koyan bir ecdadın torunlarıyız" diye bağırmak, giderek daha da hamur beyinli olan bir topluma sövmek gelir içimden.

    Evet, çok iyi değil patates ile aram. Colomb'un keşfettiği yeni dünyanın bizlere armağını olan bu yemeği, mümkün olduğunca tek başına tercih etmedim bugüne dek. Hep fon müziği olarak kaldı hayatımda. Asla esas oğlan olma şerefine nail olmadı. Yine de, dürüst olacağım, New York Fries'a giderken kendimi tüm bu düşüncelerden arındırıp tarafsız olmaya gayret ettim dostlar.

    Burası Kanada kökenli bir zincirin Türkiye şubesi aslında. Marmara Forum ve Ataşehir Brandium'da açmışlar ilk iki şubelerini ve büyük alışveriş merkezleri ile görüşmeleri sürüyormuş. Marka müdürleri, ürünlerini anlatırken gurur duyuyor gibiydi; tamamen organik, dondurulmamış, kaliteli yağda kızartılmış olduklarını anlattı bize. Ama mesele işin sosundaydı. Patates kızartması gibi bir yemeği ana yemek haline getiriyorsanız eğer, onu süslemeli, insanların boğazından geçirecek bir çeşitlemeye ulaşmalısınız. New York Fries ekibi de böyle yapmış. Bu tadımda köfteli, mantarlı, cheddar'lı, tavuklu, kıymalı soslarını tattım. Bunların yanında da bir hot dog yedim. (patates kızartması hariç sadece hot dog var menüde) Soslardan cheddar ve köfteli olanlar hoşuma gitti. Diğerleri de beni rahatsız etmedi açıkçası.

    Fikri beğendiğimi söyleyebilirim. Eğer patates kızartması fanatiği olsaydım, burada yememiş olmak benim için büyük bir eksiklik olurdu, diyebilirim. Yemek bittikten sonra midemde hiçbir ağırlık hissetmediğimi de belirtmem gerekiyor.

    Mekanist'e bu davet için teşekkür ediyorum. Patso denen garabeti yemek olarak kabul eden bir ülkenin, New York Fries'ı baştacı etmesi gerektiğine samimiyetle inanıyorum. Neticede, daha önce de belirttiğim gibi, hayat izafiyetten ibaret bir muammadır sevgili okurlar.

    Adres:Küçükbakkalköy Mah. Dudullu Yolu Cad. No: 23-25, Brandium AVM, Ataşehir / İstanbul



    3 Mart 2014 Pazartesi

    Pando Kaymak


    Marcel Proust'un rahatsızlık verici dehası için, yaşamdaki en önemli, birinci öncelikli, olmazsa olmaz mesele "anımsamaktır". A la recherche du temps perdu adlı anıtsal eserininin her sayfasında görürsünüz bunun muazzam etkilerini. Bendenizin bugünlerde Demans ile Alzheimer hastalarınınkini andıran semptomlarla sızlayan beyni ise, daha burnunun ucunda cereyan eden iki günlük olayı bile geri getirebilmekten acizdir buna karşılık. Anımasayamamaktan muzdarip bir adamım ben uzun zamandır. İnsanların yazdıkları çocukluk anılarına gıpta ile bakan, verdikleri ayrıntıların zenginliğine hayret eden bir şaşkınım nice zamandır. İşte Proust'un da dediği gibi, her şeyi başlatan, tüm anımsama ve yeni baştan yaratma sürecini tetikleyen ve inanılmaz bir estetik süzgeçten geçirdiği hatıratını kağıtlara dökmesini sağlayan o "çaya banılan madenin tadını anımsama" gibi mekanizma, ne yazık ki benim sistemimde mevcut değil. Böyle yaratılmamışım ben. Ne yapsam, ne etsem, geçmiş canlanmıyor belleğimin örümcek bağlamış dehlizlerinde. Amma ve lakin, nadiren de olsa, çok az da rastlansa, günün birinde geçmişe dair ufak bir hatıra kırıntısı düşerse aklıma, inanın bana, hiç vakit kaybetmeden onu kayıt altına alıyor, ne yapıp ederek yazıyorum. Beyin denen anlaşılmaz makinanın dişlilerinden sızıp ortaya çıkan bu kırıntılar, benim de geçmişe dair bazı yaşantılarım olduğunu kanıtlayıp, tarif edilmesi güç bir mutluluğa yol açıyorlar.

    Çeşme'ye gidişlerimi anımsadım geçen gün Beşiktaş çarşısındaki Pando'yu ziyaret ettiğimde. Çeşme yolunda muhteşem kahvaltılar veren derme çatma lokantalar vardır. Hala hayattalar mı, bilmem. Otoban değil ama, eski Çeşme yolundan bahsediyorum. Orada, şimdi çok moda deyişle "serpme" kahvaltı verirlerdi. Açık konuşmak gerekirse masaya getirdikleri hiçbir şey, ne peynir, ne domates, ne yumurta umrumda değil. Hiçbirinin tadını hatırlayamıyorum bugün. Ama orada zevkine vardığım enfes bal-kaymak tabakları, zaman zaman bugün bile ağzımın suyunu akıtmaya muktedir bir kudrete sahip. Köy ekmeğini alır, önce kaymak sürer, sonra bala bandırır, damlatmamaya çabalayarak ağzıma atardım. Biraz bulaşırdı parmaklarıma. Yapış yapış olurdu. Onu da yalayarak geçirirdim hemen.

    Pando maceram esnasında gözümün önünde bunlar canlandı işte. Beşiktaş çarşısının göbeğinde, kartal heykeline çok yakın bir mevzide bu ufacık dükkan. Yer bulmak zor sabahları. Dışarıda ve içeride tek tük masası var. Doğal olarak sıra bekliyor önünde insanlar. Buraya gidince, akan insan selini de izlemek için, mümkünse dışarıda bir tahta masaya konuşlanın hemen. Çok düşünmeyin, bal-kaymak söyleyin. Kökenini bilmem yediklerimin. Öyle bir adam olmaya öykünmediğimi zaten anlamışsınızdır bugüne dek. Kaymak nerden geldi, bal nasıl yapılıyor, gibi bilgilerle ütülemeyeceğim kafanızı. Sadece şunu bilmeniz yeterli bana kalırsa. Bu satırların yazarının uzun zamandır yediği en muhteşem bal ve en harika kaymak aynı tabakta buluşunca ne olur diye merak ediyorsanız, Pando'ya gitmelisiniz acilen. Gerçekten padişahlara layık bir lezzet bu.

    Bir kahvaltı tabağı söyleyin hemen; masada domates, zeytin, biber ve beyaz peynir de bulunsun diye. Bu tabak ortalama bir lezzete de sahip olsa, bal-kaymağa eşlik edecek bir şeyler bulmalı insan. Sonra da, yumurta sipariş edin acımasızca. Sahanda, kayısı kıvamında, sarısı ekmekle patlatmalık, bana kalırsa beyaz peynirli olması gereken bir yumurta söyleyin. Kendinizden geçin arsızca. İnsan yaşamındaki en değerli iki andan birisinin, gecenin ilk rakısının suya karıştığı ve beyazlaştığı o büyülü an olduğunu düşünenlerdenim ben. İkincisi ise, bir parça ekmekle yumurtanın sarısının patladığı o an... Tıpkı, bal-kaymak gibi, yumurta da muazzam bir lezzete sahip Pando'da. Mutlaka yemelisiniz. Yanında da çay.... Bazı masalarda süt içildiğini gördüm. Sütü de meşhur anladığım kadarıyla, lakin bendeniz büyük bir süt hayranı olmadığım için tadına bakmadım.

    Yaşaması ve yaşatılması gereken bir yer Pando. Ucuz mu? Bence değil. Ama helal ettim mi ödediğim parayı? Kesinlikle ettim.

    Herkese afiyet olsun!

    Pando Kaymak
    Sinan Paşa Mah., Mumcu Bakkal Sk No:5, 
    Abbasağa/İstanbul - Avrupa
    Telefon:(0212) 258 2616