15 Ocak 2014 Çarşamba

Cafe Wien


Enfes Apfelstrudel

 
Romantik bir edayla Kalamış aşığı olduğuna inanan ve zaman zaman da kendini Beyoğlu çocuğu olarak tanımlayan bir zat, pek doğal olarak, şıngır mıngır Nişantaşı Ghetto'sunun sarı saç boyası, Louis Vuitton ve libido kokan sokaklarıyla barışık değildir. O şahıs üç buçuk sene o semtte oturmuş, her allahın günü Avrupa'dakilerin soluk birer taklidi olmaktan öteye gidemeyen taş binaların önünden geçmiş, o sokakları arşınlamış olsa da bir türlü alışamamıştır bu tuhaf ülkeye. İnsanı çıldırma noktasına getiren park yeri sıkıntısı ve sokaklarda atılan bitmek bilmeyen araba turlarına, eski binaların tesisat sorunları, yaşadığı evde gerçekleşen hırsızlıklar ve ateş pahası hayat da eklenince, oradan arkasına bakmadan kaçmıştır sevgili kulunuz. Bu yazıyı okuyan Nişantaşı mahallesi kuşları hemen bozulmasınlar; bendeniz oradan ayrılırken pek çok güzel yaşam karesini de belleğime kazıdım ve bölgenin çıkarabildiğim kadar keyfini çıkardım. Dolayısıyla olumsuz düşüncelerim kadar sevdiğim yanları da var bölgenin ve Cafe Wien, kuşkusuz bunlardan biri.

Her Nişantaşı yolculuğumda ziyaret etmeyi adet haline getirdiğim pek sevgili Cafe Wien, günün her saati, ne iş yaptıkları asla anlaşılmayan, belki bütün günü orada laflayarak geçiren adam ve kadınların uğrak yeri olan Reasürans Pasajının en havalı yerine odaklanmış bir lezzet noktasıdır. Tevellüdü kaçtır bilmiyorum bu mekanın, ama uzun bir zamandır gittiğimi söyleyebilirim. Belki Avusturya kültürü ile içli dışlı olmaktan, belki Schnitzel-Strudel ikilisinin arsız lezzetinden, ya da büyük olasılıkla sadece "az ve öz" yemek yapıp başarılı olan işletmelere duyduğum özlemden ötürü burayı çok seviyorum. Bundan ötürü de, Cafe Wien'i şöyle ballandıra ballandıra yazmak, Nişantaşı'nın sevdiğim yanlarından biri olan bu lokantayı sizlere de tasvir etmek istiyorum.

Efendime söyleyeyim, mekana adımınızı atar atmaz bariz bir "başka bir memlekete gelmiş olma" havası karşılar sizi. Bu satırların yazarı, hayatının hiçbir döneminde, bu satırların bazı okurları gibi "bir siktirip gidebilsem bu memleketten" mottosuna sarılmış birisi olmamıştır. Gavurluktan hayli nasiplenmiş de olsa ülkesini sever, başkalarına gıpta ederek vaktini öldürmez, kendi çöplüğünde kaliteli zaman geçirmenin peşinde debelenip durur. Cafe Wien'in gavur havası hoş bir esinti gibidir her daim, insanın yüzünü usulca yalayıp geçer. Naçizane önerim yaz kış 5-6 masalık dış kısmında yer bulmaya çalışmanızdır. Mekanın esas oğlanı, Reasürans Pasajına bakan dış bölümdür neticede. Burada güzel yemekleri mideye indirirken, bir yandan da, yöre  insanlarının sahte yaratıcılığını, dışavurumcu cinselliğini, yüzeysel entellektüelliğini, tiksinti verici marka hevesini gözlemleyip kendinizi daha çok sevme fırsatını yakalarsınız.

Menüdeki kalemlerin hepsinin üzerini gaddarca çiziyorum sevgili okurlar. Rahat olun, kendiniz olun, rejim, sağlıklı yaşam, dengeli beslenme gibi gereksiz takıntılarınızı tarihin derinliklerine gömün. Düşünmeyin! Acilinden bir Wiener Schnitzel patlatın oturur oturmaz. Ama allahınızı severseniz tavuğu karıştırmayın bu siparişinize. Lütfen bunu yapmayın. Schnitzel'in hası etten olur, danadan yapılır, makbulü budur ve gerisi yalandır. Söyleyin bir tane acilen. Eğer Viyana'daki hemcinslerinden çok farklı bir şey gelirse önünüze söz veriyorum hesabı ben ödeyeceğim. 



Kağıt gibi, tabağı dolduran, sizi doyuracağını garanti ettiğim bu lezzetin yanıbaşında gelen patates salatasını anlatmam çok zor. Viyana'daki Figlmüller'e gidenler bilir, enfes bir Erdapfelsalat gelir yanında. İşte buranın patates salatası da aynen böyle. İnsanın ağzında dağılan, hemen kaybolmayan, varlığını korumak için adeta mücadele eden muazzam bir yemek bu. Sessiz, sakin, yalın ama unutulmyacak bir deneyim. Ağır ağır katledin bu iki tabağı. Hemen tüketmeyin, harcamayın, gitmesine izin vermeyin. Yanında mümkünse dömisek bir beyaz  şarapla taçlandırın.


Bunlar bitince oturup biraz dinlenin sevgili okurlar. Arkanıza yaslanın, hayatı düşünün, kararlarınızı, neden yaşadığınızı. 

Ağzınızaki enfes Schnitzel-patates salatası tadını bekletin, hemen kaybetmeyin. Şüphesiz bunların üzerine ağzınızı tatlandıracak bir şeylerin özlemi filizlenecek içinizde. Buna da izin verin. Dedim, ya sağlıklı yaşamın unutulduğu bir zaman dilimini kucaklayın hiç düşünmeden. 

Sıra elmalı Strudel'de kuşkusuz. Yanında dondurması ile gelsin! İkisini karıştıra karıştıra yemeyi ihmal etmeyin. Hem elmanın, hem dondurmanın tadına varın. 

Hayatın, yaşamanın, tüm saçmalıklarına karşın yaşadığınız ülkenin tadına varın. Üzerine bir Melange, ya da sevdiğiniz başka bir kahveden söyleyin, artık hangisi size daha iyi geliyorsa.

Sonra kalkın, ne iş yaptıkları anlaşılamayan Reasürans insancıkları arasından hızlıca geçip, Midpoint vs gibi balık istifi yerlere hiç gönül indirmeden yolunuza devam edin. O gün bu deneyimi hiçbir şeyin bozmasına  izin vermeyin.

Unutmayın, yaşam koçlarının size veremeyeceği pek çok seyi, iyi bir yemek çoğu kez verebilir.

Cafe Wien :
Reasürans Pasajı No: 62
Teşvikiye 
Tel : (212) 233 7860 - 231 8963
Fax : (212) 230 1662

8 Ocak 2014 Çarşamba

Yeni Lokanta


Modern edebiyatın önemli eserlerinden biri olan American Psycho'nun, hayli başarılı olduğunu düşündüğüm sinema uyarlamasının can alıcı sahnelerinden birinde, Christian Bale "Dorsia" adlı çok popüler lokantayı arar ve "Geç olduğunu biliyorum ama, bu akşam 8-8.30 için rezervasyon yaptırmak istiyorum," diye fısıldar. Tedirgindir, yer yer sesi titremektedir; bunu hissedersiniz. Karşıdaki ses cevap bile vermeye tenezzül etmeden, büyük bir coşkuyla, kahkahalar atarak gülmeye başlar. Kısa bir süre içinde durum öyle bir hal alır ki,  ahizeden yükselen gevrek kahkahaları adeta odada çınlamaktadır. Christian Bale'in yüzündeki ümitsiz ifade dikkat çekicidir. Adeta ölümü yaklaşmış bir adam gibi bakar yerlere doğru. Üzüntülü, ağlamaklı ve bitiktir. 

Yeni Lokanta'nın güzide temsilcisiyle yaptığım trajikomik telefon görüşmesinden sonra aklıma filmin bu sahnesi geldi doğal olarak, kendi kendime sırıttım. Sıradan bir Pazartesi'ydi aradığımda. Hakkında olumlu eleştiriler okuduğum bu mekanda yemek için sabırsızlanıyordum. "Cumartesi akşamı" için yer sormuştum. Bekleme listesine alabileceklerini belirtmişlerdi. Acelem yoktu. Bir sonraki Cumartesi olabileceğini belirtmiştim. Malesef yine bekleme listesine yazabileceklerdi bendenizi. Bu da önemli değildi, daha sonraki Cumartesi de benim için uygundu. Fakat ne yazık ki, orada da bekleme listesi muhabbeti vardı. Aklımdan o harika bekleme listesi ile yapmalarını uygun gördüğüm bazı hareketler geçti hızlıca. Yine de, -bekleme listesinin özenle kıvrılması ile başlayan- bu hareketlerden telefondaki şahsa hiç bahsetmedim. "Benim çok zamanım var," diye girdim lafa, "Bunu bütün gün yapabilirim. İyisi mi siz, beni bekleme listesine yazmayacağınız ilk Cumartesi'ye yazın". Sessizlik... Ve neticede aradığım Pazartesi'den aşağı yukarı bir ay-bir hafta sonrasına bir rezervasyon gerçekleştirdim. Adeta saraya kabul edilecekmiş gibi bir heyecan kaplamıştı o an içimi. Hiç unutmuyorum. "Majestelerinin huzuruna çıkma şansına nail olacaktım" ne de olsa.

İnsan böyle bir muhabbetten sonra, ne olursa olsun önyargılı olmadan edemiyor sevgili okurlar. İnsanın kafasında iki tür düşünce cirit atıyor böyle zamanlarda: 1-"Ağzıyla kuş tutan bir yer olsa iyi olur". 2- "En ufak bir hata yaparlarsa fena halde gözüme batacak.". Oysa ki, arz -talep saçmalığının doğal bir sonucu olabilir bu durum apaçık; belki mekan küçüktür, belki insanlar akın ediyordur gerçekten, belki kapıdaki kuyruklar Anaconda kıvamına ulaşmıştır, belki nihayet memleket aradığı büyük "yıldız" lokantaya nihayet kavuşmuştur. Yine de kişioğlu diyor ki kendi kendine, "Efenim ben Evropa'da Michelin yıldızlı lokantalarda arz-ı endam eylediğimde daha kolay yer buluyorum." Dolasıyıyla, -lütfen mazur görün ama-, Yeni Lokanta'nın porno terminolojisiyle, "Ağzıyla kaldıran, g...le indiren" bir yer olacağı beklentisine giriyor kişi bu kadar zor yer bulunca. İsterseniz bu satırları yazan adamın egosuyla ilgili sıkıntıları var diye düşünün, isterseniz fare dağa düşman olmuş, diye geçirin aklınızdan. Naçizane blog kalemşörünüz salt kendi hislerini dışa vurmaktadır bu sayfalarda. Daha fazlası değil.

Neyse, sadede gelelim ve mekandan bahsedelim: Mercek altına alacağımız Yeni Lokanta Kumbaracı Yokuşu'nun hemen başında konuşlanmış şık bir lokantadır ve Beyoğlu farelerinin pek sevdiği Asmalımescit mıntıkasına bir hayli yakındır. Ulaşım için bir açıklama yazmaya gerek görmemekle birlikte, Tünelden Beyoğlu'na doğru seğirtirken sağ kolda, Starbucks'u geçtikten sonraki ilk sokakta dersem, ya da Asmalımescit Caddesi'nden geçip, Beyoğlu'nu dikine yardığınızda karşınızda gördüğünüz yokuşta diye açıklasam yeterli olacaktır herhalde. Yerinde, eskiden Pizzeria Pidos'a ait olduğunu anımsadığım, ama şimdi adını unuttuğum bir lokanta vardı. Park yeri, vale vs. gibi beklentiler içinde olmayınız, yer buna müsait değil zira. Arabasız gidiniz. Ya da bir zahmet uzağa park ediniz.

Mekana usulca adım attığınızda kendinizi gerçekten iyi hissedeceksiniz; biraz huzur, hafif gıpta, azıcık da enerji duyacaksınız içinizde. Burayı dekore edenlerin, her bir santimetrekare için çaba harcadıklarını, ince eleyip sıkı dokuduklarını ve ince bir zevke sahip olduklarını düşüneceksiniz. Yerlerdeki siyah beyaz karolardan, masaların üzerine inen yeşil lambalara kadar, mekanın bir mesajı olduğunu kavrayacaksınız. Duvarlardaki resimler, insana içme isteği veren o güzelim kav, son kertede etkileyici taş fırın, isterseniz takılabileceğiniz bar da cabası. Yeni Lokanta, kapısından girip yerime oturana kadar bana saygın, incelikli, sade, davetkar ve gizemli bir hava verdi. Sizin de beğeneceğinize kalıbımı basarım sevgili okurlar.

Mekanda sizi karşılayan, yerinize oturtan, servis yapan herkes son derece kibar ve konusuna hakim görünüyor. Her yemeği getirirken, "bu neydi?" diye soracağınızı bildikleri için ismini yüksek sesle telaffuz ediyorlar. Bu çok hoşuma gitti. 

Müşteri kitlesi böyle yerlerde sık karşınıza çıkan tipte bir profil: 1-Popüler mekanlarda bulunmam lazım adamcıkları 2-Müdavim olma çabasındaki Beyoğlu fareleri 3-Bir kısım yazar-çizer 4-Her masayı, yürüyüp geçeni meraklı gözlerle süzen "melahat"ler. Bunlar dışında kalanlar da şefin eşi dostudur diye tahmin yürütülebilir.

Anladığım kadarıyla lokantanın sahibi, Hürriyet Pazar'da yemek tariflerini okuduğumuz Civan Er. Kendisi aynı zamanda bir şef. Yemeklerini zaman zaman Changa'da tatmış olduğumu ve beğendiğimi vurgulamam gerekiyor. Şeflerin mekan sahibi olması, son dönemde Türkiye'nin önemli bir trendi ve bence deskteklenmesi gereken bir kavram. Gavurun "Chef Owner" dediği güzellik bir süredir memlekette de hakim ve çok hoşuma gidiyor. Şef işinin başında, taş fırının önünde aralıksız çalışıyordu biz yemeklerimizi yerken. Ciddiyetine ve çalışma temposuna hayran kaldığımı belirtmem gerekiyor. Civan Er, genç yaşta geldiği bu noktadan ötürü her türlü tebriki hak ediyor bana kalırsa.

Yemeklere gelince... Deneysel tarzda mutfaklar delikanlı adamı bozar diyorsanız Yeni Lokanta size göre değil kesinlikle. Bu yazdığımın ne anlama geldiğini, mideye indirdiğim farklı yemeklerden bahsettiğimde çok açık anlayacaksınız. Yok eğer, normalde aynı tabakta dans edeceklerine asla inanmayacağınız bazı tatları bir arada görmeye ve keyfine varmaya meraklıysanız, burada yaşayacaklarınız tam sizin zevkinize göre tasarlanmış. Bazı yemekseverler belirli standartlara inanırlar ve bu standartlar dahilinde güzel pişirilmiş yemekler, onlar için dünyadaki en güzel eserlerdir. Çok tekrar ile lezzet oturur, yerleşir ve damak her defasında aynı lokmaları çiğnese de, aldığı keyifte bir azalma olmaz. Bunun tersi bir inanış da vardır. Bu yaklaşıma göre yemek, hayal gücü ile eşdeğerdir. Hep yeniyi, yaratıcı olanı, daha fazlasını, daha farklısını arar bu ekolden gelenler. Kuşkusuz Yeni Lokanta "yeni"yi arayan ve sunmaya çabalayan işletmeler kategorisinde değerlendirilmeli.

Bu tarz yerlerin menülerini elime aldığımda hep yaşadığım titrekliği yaşadım yine. Ne seçeceğimi bilemeyeceğim çok aşikardı. Menü çok uzun olmasa da uzun uzun okumam ve çok ciddi çaba harcamam lazımdı. (Yazılarımı okuyorsanız, konsantrasyonu çok yüksek bir adam olmadığımı çoktan anlamışsınızdır, diye düşündüğüm için bir açıklama yapmıyorum bu noktada.) İşte tam bu anda "tadım menüsü" yetişti imdadıma. Listedeki yemeklerin minyatür versiyonlarının artarda sunulduğu, iki kişilik olarak hazırlanmış bu tadım menüsünü, yorumları da ekleyerek alt alta yazıyorum:

1-  Denizli'nin Yanık Yoğurduyla Çalı Fasülye: Çok fasülyeci bir insan değilim. Yemesine yerim. Yoğurtla pek yediğim söylenemez. Ve fakat gerçekten yoğurdun yanık tadını damağımda hissettiğim bu fasülyeyi kaşıklamaktan kendimi alamadım. Enfes !
2-  Vişneli Kısır: Yan yana hayal edebiliyor musunuz? Ben edemiyorum. Ama ağızda klasik kısır tadından çok daha fazlası olduğunu söyleyebilirim. Bulgur ve vişne tadı birbirini ezmeden nasıl böyle dengeli olmuş? Ben cevabını bulamadım.
3-  Zeytinyağlı Ayvalı Kereviz: Ayva sevmem, kuru kuru, gıcır gıcır bir şeydir benim için. Kereviz ise kereviz salatası içinde mayonez, ceviz, sarmısak ile bana kendini beğendirebilir ancak. Fakat ayva-kereviz evliliği şaşırtıcı derecede iyi. Valla yedim! 
4-  Zencefil ve Cevizli Havuç Ezmesi: Çok kuvvetli. Son damlasına kadar yediğimi belirtmeliyim. İçinde kişniş de var gibi geldi, ama sallıyor olma ihtimalim de var.
5-  Nar ve Zahterli Humus: Şu ana kadar yediklerimin en iyisi. Humus ağzınızı işgal ediyor, kalıyor, yerleşiyor oraya. Saldırıyor. Nar onu dengeliyor. Birbirleriyle savaşıyorlar ve galibi siz oluyorsunuz.
6-  Cevizli Antep Et Sucuğu ve Ilık Barbunya Püresi: Sözümü geri mi almalıyım? Galiba yediklerimin en iyisi bu. Sucuk muazzam. Zaten benim gibi sucukperver bir adamın bundan farklı konuşması zor. Ağızda dağılıyor. Baharatı tam. Altındaki püre de beklenmedik ve sakin bir lezzet.
7-  Izgara Ahtapot ve Közlenmiş Patlıcanlı Ispanak: Havalı ismine bakmayın, belki de en klasik lezzet bu. Bildiğiniz ızgara ahtapot aslında. Gayet güzel pişirilmiş.
8-  Hellimli Köfte ve Fırında Patates Salatası: Kıvamında, lezzetli, uyumlu, ama etkileyici olmaktan uzak. (Kusura bakılmasın, öncekilerin gölgesinde)
9-  Kuru Patlıcanlı Vejeteryan Mantı ve Antakya Tuzlu Yoğurtlu Sos: Ben vejeteryanlığın tam tersi neyse, onun ete kemiğe bürünmüş haliyim. Tadına vara vara, ağzımda lezzeti hiç kaybolmasın diye dua ederek yedim bu mantıyı. Başarısı etle pişirilmiş taklidi yapmasıydı bana kalırsa.
10- Muhallebili Kadayıf Kızartması, İsli Dondurma ve Bal: Evet sevgili dostlar, masanın yıldızı olmaya namzet bir tatlı bu. Çok dengeli, içinde yer alan bunca tatlıya rağmen içinizi baymıyor.
11-Antep Fıstıklı Mozaik Pasta, Muz ve Tuzlu Karamel: Çok kısa bir yorum: Sevişecekseniz yersiniz bunu...










İki kişilik bu menünün toplam fiyatı 190 TL. İnsanı fazlasıyla doyuruyor.

Yanında bir de son dönemin yükselen yıldızı Suvla şaraplarını ekleyin. Bendeniz bir şişe "Sur" ile taçlandırdım bu serüveni. Çok şiddetle tavsiye ederim. Suvla çok iyi olacak, bana güvenin.

İşte böyle bir yolculuk sizi bekleyen. Ama tüm bu yemekler, kuşbakışı son bir paragrafı hak ediyor doğrusu. Üstad Mehmet Yaşin yazmış, "Burası bir fine dining lokantası değil" diye. "Ağanın bokunun üstüne bok olmaz" düsturuna inanmış bir kalem olarak büyük sözüne katılmaktan öte bir şey yapamam. Burası gerçekten çok rafine zevklerin tabakta size sunulduğu bir işletme değil. Burası şefin sizi hunharca şaşırtmak üzere yemekler tasarladığı, amacına ulaşınca da köşesinden size kıs kıs güldüğü bir dünya. Tüm yemekleri beğendim, hepsine kefilim, her şey güzel ve çok zevkli.

Ama bir ay önceden yer ayırtılacak bir yer mi?

Ihhh...

Afiyet olsun !

Kumbaracı Yokuşu No:66
Beyoğlu / İstanbul
+90 212 2922550
info@lokantayeni.com