20 Kasım 2012 Salı

Üçüncü Viyana Kuşatması - III


Yaz olmasına karşın serin bir havada yürüyorsun yaşlı Viyana sokaklarında. Yağmurlu bir gün olmalı. Yağmur sana gençliğini anımsatıyor. Neden bilinmez, kendini yirmi yaşında, yağmur altında, upuzun bir sahilde, sepya tonlarında bir manzaranın orta yerinde, nefes nefese koşarken görüyorsun. İmgeleminin içinde bir yerlerde başgösteren bu tuhaf sapma seni rahatsız etmiyor. Vargücünle, bir şeylere isyan edercesine koşuyorsun sahil boyunca. Yağmur etkisini arttırıyor. Sen de hızlanıyorsun. Eziyet etmek istediğin bir bedenin var. Bunu hakkını vererek yapmayı başarabilirsen eğer, vücudunu saran acı sayesinde ruhunu öldüreceksin aslında. Ruhunu sıfırlamak istiyorsun yirmili yaşlarının başında. Yeni baştan yaratmak, kendi kendini doğurmak istiyorsun. Bunun bir numaralı koşulu ıstırap çekmek, bedenini yok etmek, ona tarifsiz acılar yaşatmak. Yağmur tropikal bir kıvama geldiğinde, soluksuz yedi kilometre koşmuş olmalısın. Anlayamıyorsun. Hala koşmak, uzaklaşmak, kendini kaybetmek, ıslak kumlara bata çıka süzülüp gitmek istiyor bedenin. Adımlarını daha da açıyorsun. Daha hızlı, kimsenin seni göremeyeceği, duyamayacağı, kimsenin sana dokunamayacağı, kendinin bile yakalayamayacağı bir süratte kanatlanıyorsun. İki kilometre sonra kusmaya başlayarak yere kapaklanıyorsun. Gözlerin kapalı, ama bilincin açık. Sesler duyuyorsun, birileri konuşuyor. Seni kaldırıp kaldırmamaları gerektiğini tartışıyorlar. Yumruklarını sıkıyorsun. Ruhunu sıfırlamak için çok zamana ihtiyacın olduğunu o zaman anlıyorsun. Yağmur diniyor.

Hiçbir şey hissetmemek istiyorsun...

Gözlerini, gri bir gökyüzünün altında sakince uzanmış yaşlı Viyana'da, Wienzeile taraflarındaki Naschmarkt'ın önünde açıyorsun. Seni uzak anılara götüren sessiz yağmur inceden inceden ıslatıyor yüzünü. Oysa iki gündür ne güzeldi hava, diye geçiriyorsun aklından. İster istemez düşünüyorsun: Bir zamanlar, sağanak altında sahil boyunca koşup kendini kaybeden o çocuk şimdi kırk yaşına geldi ve muhtemelen yaşamda bir arpa boyu yol bile katedemedi. Kafanda bu fikri evirip çevirip acı acı gülümsüyorsun. Annenin de söylediği gibi, "30 yaşındayken bile sen daha çocuktun" belki de. Ruhsal olgunlaşmaya ulaşamamanın sebeplerini büyük olasılıkla bu sokaklarda dolaşırken bulamayacaksın sevgili dostum. Öte yandan seni sen yapan, insanların gözünde cerbezeli ve cazip kılan, nadiren de olsa birilerinin senin peşinden gelmesini sağlayan en temel özelliğin de bu az gelişmişlik değil mi? Fakat aynı zamanda senden bu kadar nefret etmelerinin önemli bir nedeni ayakları bir türlü yere basmayan bu duruşun hayatta. Aldırmıyorsun artık, zira bunun bir tedavisi olmadığını geç de olsa kavradın bir süre önce. Tekrar gözlerini açıyorsun. Yağmurlu bir yaz günü, üzerinde kazağınla Naschmarkt'ın girişindesin şimdi. Işıltılı vitrinlerden sana bakan binbir türlü peynir ve şarküteri ürünü ile gözgöze gelerek heyecanlanıyorsun. Yılan gibi uzayan bu pazar yerinde bir insan seli akıyor. Bazen tezgahlardaki yiyeceklere bakan insanların arkasında kalıp dakikalarca takıldığın oluyor. Bazense sen bekliyorsun bir yerlerin önünde.


 



Büyülenmiş gibisin. Sebze, meyve, binbir cinsten salam, jambon, peynir, envai çeşit dolma, meze, deniz mahsülü ve şişelerce şarap içinde kendine bir yol açmaya çabalıyorsun. Burada yürürken, Avrupa kentlerindeki en güzel yerlerin belki de bu pazarlar olduğunu geçiriyorsun kafandan. Bir mutluluk hissi yalayıp geçiyor vücudunu. İnsan seline kapılmış etrafında bakınırken artık oturman gerektiğini anlıyorsun. Hava biraz açıyor. En beğendiğin vitrinlerden birine yanaşıp sipariş veriyorsun. İşin ilginci mekanı işletenler Türk ve gayet sıcak bir sohbet oluyor sipariş verirken. Kocaman bir tabağa, gözüne hoş gelen her şeyden tıka basa doldurtuyorsun hemen. Bir masaya oturup, şüphesiz iyi soğutulmuş bir Grüner Veltliner söylüyorsun hızlıca. Yağmurun ruhunda yarattığı beklenmedik sıkıntı, yine beklenmedik bir lezzet fırtınasıyla sona eriyor. Hayatı seviyorsun böyle zamanlarda.



Hayat gerçekten de, iyi bir jambon, ideal soğukluğunda bir beyaz şarap, sevgi dolu bir kalamar dolması, yeterince küflenmiş bir peynir, acısı kararında bir kırmızı biber ile güzel gibi geliyor sana. Sen böyle zamanlarda, işte Naschmarkt'ta oturmuş gelen geçene bakarak bu nefis yemekleri mideye indirirken, hayatın iyi bir şey olma ihtimalini seviyorsun. Yüzünde bön bir gülümsemeyle oturmuş, ağzında eriyen nefis şambonu mideye indirirken, kafanın içinde bir yerlerde Johnny Cash'in söylediği versiyonuyla"One" çalıyor.

Did I disappoint you?
Or leave a bad taste in your mouth?
You act like you never had love
And you want me to go without? 

İçinde tuhaf bir duygu kıpırdıyor Naschmarkt'ı terk ederken. Belki Cafe Central'e gitmeli, orada yediğin bu kadar tuzlu yemeğin üzerine tatlı bir şeyler sipariş etmelisin. Yapman gereken tam olarak bu. Yürüyorsun, yürümek hep iyi geliyor sana. Yağmurun ahmak ıslatan temposunda, bu kez kafanın içinde yankılanan  When Doves Cry'ın Damien Rice cover'i ile yürüyorsun. Ne zaman sen yürüsen zaman duruyor sanki. Yıllardır seni sen yapan bir şey yürümek. 

Herrengasse'deki Cafe Central, mermer sütunları, kubbeli tavanı, loş atmosferi ile seni eski bir dost gibi karşılıyor. Uzak bir piyanodan havaya yayılan ağırlıksız melodi seni yine eskiye götürüyor. Bir zamanlar Sigmund Freud, Adolf Hitler, Vladimir Lenin, ve Leon Trotsky kahve içip kimbilir neler düşündükleri, konuştukları ya da planladıkları masalarda bir dilim pasta, yanında da nefis kahve götürüyorsun. Geçmişi yaşıyorsun. Yüz yıl öncesinde buranın kapısından giren bir adam olmak istiyorsun nedense. Hayat boyu yaptığın gibi, hep ulaşamayacağın bir şeyler istiyorsun.


Ağzında muhteşem bir tatla dışarı çıkıp yürümeye başlıyorsun.

Yürüyorsun.

Daha çok yürüyeceksin...