31 Ocak 2012 Salı

Arjantin Candır -1

Lapa lapa kar yağıyor. Sense uzun senelerdir yapmadığın kadar çok düşünüyorsun. 

Beyaz sessizlik...

Gece yarısını çoktan geçmiş olmalı. 

Pencereden dışarı baktığında, sokakların bomboş ve bembeyaz olduğunu görüyorsun. Sokak lambalarının ışığında savrulan kar tanelerini seyrettiğin böyle soğuk bir gece, oturup geçmişi yazmak için çok uygun geliyor nedense. 

İki sene önce yaptığın Arjantin seyahatinde damağına sıvanan lezzetleri anlatmaya karar veriyorsun. Bunun için öncelikle kara kaplı Moleskin günlükleri karıştırmak, kargacık burgacık yazınla aldığın notları okumak, bazı parçaları kesmek, diğerlerini yapıştırmak gerekiyor, ama olsun. "Soğuk bir gecede insanın içini Arjantin gibi bir yer ısıtabilir," diye düşünüyorsun. 

Günlüğünü işgal eden "ikinci tekil şahıs" anlatım biçimi bu yazıya da bulaşıyor. Blog'un tarzından farklı. Yapacak bir şey yok. Ayrıca umursamıyorsun da. Sen de, okurlar da kabulleneceksiniz bu durumu. Yazının uzun olacağını hissettiğin için ikiye bölüyorsun. İki parçada on günlük maceranın lezzetlerini anımsadığın kadar dökmeye karar veriyorsun.

Arjantin neşeli ve basit bir memleket. Anımsıyorsun. Bir zamanların Paris'i olması için tasarlanmış Buenos Aires'in ihtişamlı binalarını bir kenara bırakırsan, her şey net ve basit burada. Ne istediğine karar verip bunu uygulamak çok kolay. Dikkatli ol, amacın Arjantin sokaklarını tasvir eden bir yazı kaleme almak olmamalı, bu yanlış bir yaklaşım. Sen seyyah değilsin sevgili dostum. Üstelik de, -tam senden beklendiği üzere-, koskoca Arjantin'den aklında kalanlar  o muazzam yemekler değil mi?

O kadar da değil...

Yeme içmeye geçmeden, birkaç cümle ver bu ülkeye. Öyle birkaç cümle olsun ki, onlar sayesinde insanların seni salt mis gibi et kokuları arkasında koskoca bir memleketi arşınlayan yırtıcı bir hayvana benzetmesi ihtimalini daha baştan ortadan kaldır. 

O zaman girizgah şöyle olmalı:

Arjantin candır sevgili dostum; tango yapılan "milonga"lara gidip, kadın ve erkeklerin nasıl sadece basit kaş-göz hareketleriyle birbirilerini dansa kaldırdıklarını, nasıl uyumla dans ettiklerini ve senin ülkendekinin aksine, bu şehvetli danstan sonra nasıl bu denli medeni davrandıklarını gördüğünde anlarsın bunu. 

Arjantin candır pek sayın kardeşim; tango gibi duygu yüklü ve kendini tekrarlayan bir müzik eşiğinde, nasıl sevişmekten hallice bir dans yapıldığını izlediğinde hayret ederken kavrarsın bunu. Sabaha karşı yedi gibi caddeleri arşınlayarak evlerine dönen, 18-19 yaşındaki gençlerin uyku akan gözlerinde hala bu dansın renklerini görürsün.

Öte yandan Arjantin candır; bir ucuna gittiğinde şelalelere ve tropikal bir iklime kaptırırsın kendini, ağaçların büyüklüğü, hayvanların çeşitliliği, havanın değişkenliği şaşırtır seni; öbür ucuna gittiğinde dünyanın en büyük buzulları karşılar seni, penguenlerle aşık atar, insanı kendine bağlayan yemyeşil bir doğanın içinde yönünü ararsın.

Diğer taraftan Arjantin candır; sen İstanbul'un Beyoğlu'sunda fink atar, burayı çevreleyen isli yüzlü asırlık binaların mimarisine hayran olurken, Buenos Aires'in her bir mahallesi bir Beyoğlu'dur; bunu görür hayret edersin.

Neticede Arjantin candır; sen hem mahalle arasında, hem beş yıldızlı otellerin lokantalarında yersin, en iyi şarapları içersin, Avrupa büyüklüğünde bir ülkeyi baştan aşağı gezersin, önüne gelen her yerde  alışveriş yaparsın, bilmem kaç tane şehre gider, sürüyle otelde kalırsın, ama ödediğin para beş kuruştur.

Vee, günün sonunda Arjantin candır; kenar mahalleler pislik içinde de olsa, mis gibi kokar her yer Çünkü yeryüzünün en güzel eti, en muhteşem üzümlerinden biri oradadır. Ne kadar yesen, ne kadar içsen de doyamazsın. Onlardan ayrılamazsın. İşte böyle bir karlı İstanbul akşamında Ataşehir'de kös kös oturur, Bife de Lomo, Bife de Chorizo, Saint Fecilien Malbec diye sayıklar durursun.

Gözlerini kapadığında kendini Parrilla Pena adlı bir lokantada buluyorsun. Sıradan bir yer. "Halk yiyor burada," diye yazıyor kitaplarda. Giriş katında etler geniş bir ızgaranın üzerinde cızır cızır pişiyor. Etlerden önce empanada adını verdikleri börekten getiriyorlar.  Bife de Lomo yiyorsunuz ardından, yanında Saint Fecilien içiyorsunuz. Etler gayet kalın. Izgarada ateşe gösterilip servis edilmiş. Ne bir sos var, ne de bir şey. Sadece kendisi. Yeşil salata, roka ve domatesle birlikte inanılmaz bir lezzet geçiyor boğazından. Şarabın ete uzattığı el, etin onu sımsıkı yakalayıp dans edişi harikulade bir rüya gibi geliyor sana.



Sonra bir bakıyorsun, Four Seasons'un tam karşısında Piegari adı verilen bir İtalyan lokantasındasın. Herkes çok şık giyimli. Sen turist gibisin. Kocaman tabaklarda yemekler geliyor hızlı hızlı. Adeta siparişi vermenle yemeklerin masaya gelişi bir oluyor. İnanılmaz lezzetli bir risotto getiriyorlar. Safranlı. Kendinden geçiyorsun. Sonra bir malfatti  geliyor. Parmaklarını yersin. Yine bir Malbec masada. En son Venedik'te bu kadar enfes bir örneğini tattığın bir tramisu ile final yapıyorsun. Hesap yine üç kuruş.



Ardından San Telmo'da buluyorsun kendini. Sokaklar cıvıl cıvıl. Sağdan soldan gelen insan seline kapılmamak için dikkatle yürümeye çalışıyorsun. Mis gibi bir koku çarpıyor burnuna. Sokakta kocaman bir mangal, mangalın üzerinde binbir çeşit et, sosis, pirzola. Oraya doğru adım atıyorsun. Bunlardan yemelisin. "Böyle kokan bir şey nasıl zararlı olur?", diye düşünüyorsun. 

Yanındakiler itiraz ediyorlar. Sen de yemiyorsun. (Bourdain olamayacağını o gün anlıyorsun işte.)                                        
Arjantin'de gittiğin diğer yerleri anlatmaya yelteniyorsun, ama gözlerin açık artık: 

Kar yağıyor. Gerisi başka bir yazıya...

31.01.2012 Ataşehir