12 Ocak 2012 Perşembe

"Bourdain Meselesi Hakkında"

Hayatta ne veya kim olmak istediğimiz çok önemli.

Bence "hayatın anlamı" diyebileceğimiz genel bir tanımlama olması imkansız. Hayatın anlamı tamamen kişisel bir mesele gibi geliyor bana.

Bendenizin de dünya üzerinde en çok hayran olduğu, takdir ettiği ve hatta gıpta ettiği insanlar, işte bu "hayatın kişisel anlamı"nı bulmuş ve onu takip eden şahıslar.

Anthony Bourdain denen üstad da, kendi açısından hayatın anlamını bulmuş ve onun peşinden sonunda kadar giden ve bu yolda sınır tanımayan müthiş bir adam.

Bu büyük usta hakkında yazmak haddime düşmez diye düşünmeme karşın, yine de cesaretimi toplayıp, en azından onun yaptıklarının bende yarattığı etkileri kısaca paylaşmak istedim.

Burada okuyacaklarınız, bendenizin, hayret ve şaşkınlıkla izlediği bu adam karşısındaki izlenimlerinden ibarettir.

Kimdir Bourdain? 55 yaşlarında, New York doğumlu, New Jersey'de yetişme, senelerini büyük lokantaların mutfaklarında geçirmiş, New York'ta uzun yıllar Brasserie Les Halles'in şefliğini yapmış, ardından kendini yazmaya, sonra da televizyonculuğa vermiş, şimdilerde hem yazan, hem program sunan, hem bloglarda fink atan, hem de Top Chef gibi yarışma programlarında jürilik yapam bir şahsiyet.

Yetmişli yıllardan seksenlerin belirli bir bölümüne kadar eroin de dahil, her türlü uyuşturucuyu denemiş, New York lokantalarının mutfaklarında Rock Star hayatı yaşayarak enteresan bir dönem geçirmiş. Punk müziğe , domuz etine ve sigara içmeye (günde iki paket) bayılırken, vejeteryanlardan ev McNuggets'ten nefret ediyor. Travel Channel'de yayınlanan programının adı "Anthony Bourdain: No Reservations". Gezi-yemek programı gibi değerlendirilebilir. Türkiye'de dahil dünyanın her yerini dolaşıp, yerel birileri eşliğinde halkın takıldığı yerlerde yiyerek düşüncelerini anlatıyor.

Bu kısa özeti geçtikten sonra esas konuya dokunalım sevgili okurlar:

Dün akşam, arşivden yayınlanan bir No Reservations'u izlerken bu yazıyı yazmaya karar verdim. Üstad Prag'da takılıyordu bu sefer. Daha önce izlemiş olmalıydım bu bölümü. Onu gezdiren adamın şaşkın bakışları altında bir sokak satıcısından aldığı sosisi ve ekmek arası kızarmış peyniri yiyor, yanıda bira içiyordu. Gözlerindeki mutluluk ve "ben bunun için yaşıyorum" ifadesi görülmeye değerdi.

Ardından bir Çek ailesinin evinde domuz keserek yapılan bir yemeğe konuk oldu. Evde kalabalık bir aile, eşler dostlar, hep beraber domuzun iç organları da dahil tüm uzuvlarıyla ayrı ilgilenip pişiriyorlardı. Elle sosis yapılan kısmı görünce iyice coşan Bourdain'in mutluluğu ve coşkusunu görünce yaşamdan hiç keyif alamadığımı daha iyi anladım. Üstad kafayı da bulmuştu hafiften ve memnuniyetine diyecek yoktu.


Değerli dostlar, ben yaşamım boyunca bu kadar iştahla yemek yiyen, bu kadar yemekten zevk alan, bu denli kendini kaptırıp yemeklerle ilişki kurabilen bir adam görmedim.  Gittiği her ülkede, ister Arabistan çöllerinde bir deve tandır şöleni olsun, ister Paris'in en pahalı lokantası, isterse İstanbul'da toplu iftar yapılan bir meydan, her zaman gözleri ışıldıyor Bourdain'in.

Yemekle kurduğu yakınlık, büyük bir sevgiliye duyulan aşk gibi. Bu büyük aşkı bir mesleğe dönüştürüp bir de üstüne ondan büyük para kazanması cabası.

Anlatmaya çalıştığım, Bourdain'in ne kadar başarılı bir şef olduğu, nasıl yaman programlar yaptığı, ne denli akıcı bir üslupla harika kitaplar yazdığı değil kesinlikle. Yanlış anlaşılmasın.

Ben aldığı zevkten, bu zevki tadarken kendinden geçmesinden bahsediyorum.

Yaşadığımız hayatları düşünüp onunkiyle kıyaslayınca büyük hatalar yaptığımızı çok daha iyi kavrıyorum. Gerçekten içimizde var olan dürtülere kulak vermek yerine, genelde toplumun bizi sürüklediği pozisyonlara ve işlere yöneliyoruz.

Toplumumuz "çocuklarını büyütmeyi", "emekli olmayı", "ölmeyi" bekleyen insanlarla dolu. Bunlar bana bir amaç gibi gelmiyor.

Bourdain'in "Kitchen Confidentials -Mutfak Sırları" kitabını okuduğumda, yemeğe duyduğu merakın daha küçücük bir çocukken, Fransa'ya yaptığı bir yolculukta yediği bir istiridye ile başladığını öğrenmiştim. Tıpkı Marcel Proust'un anıtsal eseri "Yitik Zamanın Peşinde"nin çıkış noktası olan, çaya banılan o "madlen" gibi...

Belki de yaşamımızdaki bu kırılma noktalarına yeterince önem vermiyoruz diye düşünüyorum. Onların peşinden koşmuyoruz.

Neden yazıyorum? Hayran olduğum bir adama benzemek mi istiyorum. Sanmam. Asla yemek yapmayı öğrenemeyeceğim. Fakat Bourdain'in yarısı kadar keyifle yemeği başarabilir, yemekle arama kimsenin girmesine izin vermezsem çok mutlu olurum.

Bu bile hayatın anlamını bulmama yetebilir.


12.01.2012 Ataşehir