31 Aralık 2012 Pazartesi

Kısa...Kısa... - Carlotta - Capitol

Capitol Alışveriş Merkezi'nde yeni açılan Carlotte adlı cafeyi ziyaret ettik bugün. Eskiden Gloria Jeans'in olduğu yere açılmış mekan. Bir sürü börek, çörek, sandviç, tatlı, kahve bulabilirsiniz burada. İstanbul'da açılan dördüncü şubeleri olduğunu söylediler. İçi somonlu, mantarlı ve pilavlı bir börek yedim Devasaydı. Tadı da hiç fena değildi, ne yalan söyleyeyim. Web sitelerine baktığınızda online sipariş özelliği de olduğunu görüyorsunuz. Tatlı olarak tramisu cinsi bir lezzet indirdim mideye. İçinde muz ve ceviz de vardı. Üzerine bir çay içerek kendime gelmem gerekti. Dekorasyonunu da çok şirin buldum. Öğlen yemekleri için biçilmiş kaftan burası. Tavsiye ederim. akjs asdjkha sks  skusja akjhda alkhja  askd  akjshdajsakj akjhadkjhajhdajk akjhadmhkjas kash alkhjakdjhkjasd aslkhjalksjlkas d djdjd akshsjkasd akjshdabsdkjhasjdk sjhasjdakjhd asdkjhasdhaskjdjkasdjkasdkjhaskdjaksdhkajsjkakakak  http://www.carlotta.com.tr        

20 Kasım 2012 Salı

Üçüncü Viyana Kuşatması - III


Yaz olmasına karşın serin bir havada yürüyorsun yaşlı Viyana sokaklarında. Yağmurlu bir gün olmalı. Yağmur sana gençliğini anımsatıyor. Neden bilinmez, kendini yirmi yaşında, yağmur altında, upuzun bir sahilde, sepya tonlarında bir manzaranın orta yerinde, nefes nefese koşarken görüyorsun. İmgeleminin içinde bir yerlerde başgösteren bu tuhaf sapma seni rahatsız etmiyor. Vargücünle, bir şeylere isyan edercesine koşuyorsun sahil boyunca. Yağmur etkisini arttırıyor. Sen de hızlanıyorsun. Eziyet etmek istediğin bir bedenin var. Bunu hakkını vererek yapmayı başarabilirsen eğer, vücudunu saran acı sayesinde ruhunu öldüreceksin aslında. Ruhunu sıfırlamak istiyorsun yirmili yaşlarının başında. Yeni baştan yaratmak, kendi kendini doğurmak istiyorsun. Bunun bir numaralı koşulu ıstırap çekmek, bedenini yok etmek, ona tarifsiz acılar yaşatmak. Yağmur tropikal bir kıvama geldiğinde, soluksuz yedi kilometre koşmuş olmalısın. Anlayamıyorsun. Hala koşmak, uzaklaşmak, kendini kaybetmek, ıslak kumlara bata çıka süzülüp gitmek istiyor bedenin. Adımlarını daha da açıyorsun. Daha hızlı, kimsenin seni göremeyeceği, duyamayacağı, kimsenin sana dokunamayacağı, kendinin bile yakalayamayacağı bir süratte kanatlanıyorsun. İki kilometre sonra kusmaya başlayarak yere kapaklanıyorsun. Gözlerin kapalı, ama bilincin açık. Sesler duyuyorsun, birileri konuşuyor. Seni kaldırıp kaldırmamaları gerektiğini tartışıyorlar. Yumruklarını sıkıyorsun. Ruhunu sıfırlamak için çok zamana ihtiyacın olduğunu o zaman anlıyorsun. Yağmur diniyor.

Hiçbir şey hissetmemek istiyorsun...

Gözlerini, gri bir gökyüzünün altında sakince uzanmış yaşlı Viyana'da, Wienzeile taraflarındaki Naschmarkt'ın önünde açıyorsun. Seni uzak anılara götüren sessiz yağmur inceden inceden ıslatıyor yüzünü. Oysa iki gündür ne güzeldi hava, diye geçiriyorsun aklından. İster istemez düşünüyorsun: Bir zamanlar, sağanak altında sahil boyunca koşup kendini kaybeden o çocuk şimdi kırk yaşına geldi ve muhtemelen yaşamda bir arpa boyu yol bile katedemedi. Kafanda bu fikri evirip çevirip acı acı gülümsüyorsun. Annenin de söylediği gibi, "30 yaşındayken bile sen daha çocuktun" belki de. Ruhsal olgunlaşmaya ulaşamamanın sebeplerini büyük olasılıkla bu sokaklarda dolaşırken bulamayacaksın sevgili dostum. Öte yandan seni sen yapan, insanların gözünde cerbezeli ve cazip kılan, nadiren de olsa birilerinin senin peşinden gelmesini sağlayan en temel özelliğin de bu az gelişmişlik değil mi? Fakat aynı zamanda senden bu kadar nefret etmelerinin önemli bir nedeni ayakları bir türlü yere basmayan bu duruşun hayatta. Aldırmıyorsun artık, zira bunun bir tedavisi olmadığını geç de olsa kavradın bir süre önce. Tekrar gözlerini açıyorsun. Yağmurlu bir yaz günü, üzerinde kazağınla Naschmarkt'ın girişindesin şimdi. Işıltılı vitrinlerden sana bakan binbir türlü peynir ve şarküteri ürünü ile gözgöze gelerek heyecanlanıyorsun. Yılan gibi uzayan bu pazar yerinde bir insan seli akıyor. Bazen tezgahlardaki yiyeceklere bakan insanların arkasında kalıp dakikalarca takıldığın oluyor. Bazense sen bekliyorsun bir yerlerin önünde.


 



Büyülenmiş gibisin. Sebze, meyve, binbir cinsten salam, jambon, peynir, envai çeşit dolma, meze, deniz mahsülü ve şişelerce şarap içinde kendine bir yol açmaya çabalıyorsun. Burada yürürken, Avrupa kentlerindeki en güzel yerlerin belki de bu pazarlar olduğunu geçiriyorsun kafandan. Bir mutluluk hissi yalayıp geçiyor vücudunu. İnsan seline kapılmış etrafında bakınırken artık oturman gerektiğini anlıyorsun. Hava biraz açıyor. En beğendiğin vitrinlerden birine yanaşıp sipariş veriyorsun. İşin ilginci mekanı işletenler Türk ve gayet sıcak bir sohbet oluyor sipariş verirken. Kocaman bir tabağa, gözüne hoş gelen her şeyden tıka basa doldurtuyorsun hemen. Bir masaya oturup, şüphesiz iyi soğutulmuş bir Grüner Veltliner söylüyorsun hızlıca. Yağmurun ruhunda yarattığı beklenmedik sıkıntı, yine beklenmedik bir lezzet fırtınasıyla sona eriyor. Hayatı seviyorsun böyle zamanlarda.



Hayat gerçekten de, iyi bir jambon, ideal soğukluğunda bir beyaz şarap, sevgi dolu bir kalamar dolması, yeterince küflenmiş bir peynir, acısı kararında bir kırmızı biber ile güzel gibi geliyor sana. Sen böyle zamanlarda, işte Naschmarkt'ta oturmuş gelen geçene bakarak bu nefis yemekleri mideye indirirken, hayatın iyi bir şey olma ihtimalini seviyorsun. Yüzünde bön bir gülümsemeyle oturmuş, ağzında eriyen nefis şambonu mideye indirirken, kafanın içinde bir yerlerde Johnny Cash'in söylediği versiyonuyla"One" çalıyor.

Did I disappoint you?
Or leave a bad taste in your mouth?
You act like you never had love
And you want me to go without? 

İçinde tuhaf bir duygu kıpırdıyor Naschmarkt'ı terk ederken. Belki Cafe Central'e gitmeli, orada yediğin bu kadar tuzlu yemeğin üzerine tatlı bir şeyler sipariş etmelisin. Yapman gereken tam olarak bu. Yürüyorsun, yürümek hep iyi geliyor sana. Yağmurun ahmak ıslatan temposunda, bu kez kafanın içinde yankılanan  When Doves Cry'ın Damien Rice cover'i ile yürüyorsun. Ne zaman sen yürüsen zaman duruyor sanki. Yıllardır seni sen yapan bir şey yürümek. 

Herrengasse'deki Cafe Central, mermer sütunları, kubbeli tavanı, loş atmosferi ile seni eski bir dost gibi karşılıyor. Uzak bir piyanodan havaya yayılan ağırlıksız melodi seni yine eskiye götürüyor. Bir zamanlar Sigmund Freud, Adolf Hitler, Vladimir Lenin, ve Leon Trotsky kahve içip kimbilir neler düşündükleri, konuştukları ya da planladıkları masalarda bir dilim pasta, yanında da nefis kahve götürüyorsun. Geçmişi yaşıyorsun. Yüz yıl öncesinde buranın kapısından giren bir adam olmak istiyorsun nedense. Hayat boyu yaptığın gibi, hep ulaşamayacağın bir şeyler istiyorsun.


Ağzında muhteşem bir tatla dışarı çıkıp yürümeye başlıyorsun.

Yürüyorsun.

Daha çok yürüyeceksin...



19 Kasım 2012 Pazartesi

Refik Restaurant


Ölümsüz mekanlardan birisidir Refik...Yıllara meydan okuyan varlığı, renkli duruşu ve taşıdığı olağanüstü tecrübesiyle insanı içine davet eden tuhaf bir çekim kuvveti vardır bu meyhanenin. Bunu hissedersiniz önünden geçerken.

Bendeniz, tahmin edebileceğiniz gibi, Asmalımescit mıntıkasının Sofyalı Sokağı'ndan pek sık geçer, hatta bazı geceler bölgede alenen volta atar, etrafı kolaçan edip olan biteni kontrol ederim. Genelde asayiş berkemaldir bu mecrada.

Yılan gibi uzayıp giden bu sokakta tıklım tıkış olmuş yürürken hep Refik'le karşılaşırım. Bazen önünden geçerken salt içerisinin ışıltılı yaşantılarını gözler, zaman zaman da kendimi içeri atar, iki kadeh bir şey içerim. Ben severim "boş beleş" dolaşmayı. Handiyse yaşamdaki tek naçizane lüksüm budur.

İşte tam bu noktada durup "aydınlık bir meyhane ile bağdaşmaz" diye düşünenlere iki çift laf etmek isterim müdanasızca. "Bre gafiller" demek isterim, "siz bir Refik'e gidin, iç mekanın apaydınlık havasını içinize çekin, duvarları süsleyen kaotik tabloların değişmez asimetrisiyle kucaklaşın, önce Atatürke'e, ardından hiçbir meyhanede göremeyeceğiniz şekilde gözünüzün içine bakan İsmet Paşa'ya bir selam çakın, ondan sonra ötün aydınlık konusunda."

Hiç şüphesiz Sofyalı Sokak'ın en ışıltılı meyhanesidir Refik. İçinde insan kendini yeniden doğmuş gibi hisseder ilk dubleyi mideye indirirken.Yeniden doğmak elbette ki güzeldir, sağaltıcıdır, yenileyici ve tazeleştiren bir şeydir. İnsanı depresyona gark eden kent yaşamının egzost dumanları, gayesiz koşuşturmaları, itiş kakışları ve varoluş krizleri içinde, bazen "resetlemeli"dir ademoğlu kendini.

Refik'e ilk adım attığınız an, bir tür yeniden doğuştur işte.

Çok sık gitmesem de, her gittiğimde yemekleriyle beni mutlu etmiş bir meyhanedir Refik. Aslında meyhanenin hasıdır, kralıdır.

Şimdilerde muhtemelen babadan oğula geçmiştir lokantanın işletmesi. Bendeniz bu konuda pek malumat sahibi değilim açıkçası. Beninkisi sadece bir tahmin. Kurucusu ve meyhanenin bugünkü şöhretini borçlu olduğu rahmetli Refik Baba'yı birkaç sene öncesine kadar mekanda görebilirdiniz, bunu söyleyebilirim Değişik, aslında hayli sert mizaçlı bir zattı kendisi. Arada masalara müdahale eder, "çok içtiniz" diye çıkışırdı. Bir defasında, hiç unutmam, kalabalık bir grupla içiyorduk mekanda. Nedendir bilinmez, bir gün önce ölen Papa için kadeh kaldırdı birisi. Tüm masa kadeh kaldırdı, bir bağırıştır, çağırıştır gidiyordu. Refik Baba masaya geldi hemen. "Ben o heriften daha yaşlıyım be!" diye çıkıştı. Çok gülmüştük bu olaya...

Her neyse, hülasa-i kelam, Refik derler bu meyhane, Sofyalı Sokak'ın Asmalımescit Caddesi'ne katıldığı noktaya pek yakın bir yere çöreklenmiştir. Artık bunu söyledikten sonra yol tarifine pek ihtiyaç duyulmadığı kanaatindeyim.

Bendeniz alt katta konuşlanırım her gidişimde, size de şiddetle bunu tavsiye ederim. Mekan Lonely Planet cinsi guide book'ların gediklisi olduğundan pek fazla turist görebilirsiniz burada. Yabancı bir memlekette miyim, diye şaşırmayın sakın. Beyoğlu'nun göbeğindesinizdir.

Yemeklere gelince, Alp kulunuz bu meyhanede patlıcan salatası, haydari, kısır, tereyağında mantar, ciğer, kavun, beyaz peynir, tarama, muska böreği gibi lezzetleri mideye indirmiş ve pek memnun kalmıştır.




Tereyağında mantarda Tanrısal bir lezzet duymuştur Alp. Ağızda dağılan bu lezzete binbir anlam ve anı yüklemiştir hiç çekinmeden.

Ağızda dans eden ciğere gülümseyerek bakmış ve kısa bir süre ellerini açıp şükretmiştir Alp. İnsan bazen, iyi bir ciğer yediğinde şükredebilmelidir çünkü.

Tarama damakta çoşan cinstendir, sevmek ve sevilmek ister. Onu da kucaklamıştır Alp. Yüzü kolesterol patlamasından hafifçe kızararak kaşıklamıştır taramayı.

Muska böreğinde durmuş, biraz beklemiş ve kıymanın dilinin üzerinde infilak etmesinin tadını çıkarmıştır hunharca. 

Haydari ve kısırı severek yemiş, rakının şahbabası olan Kulüp'ten birkaç yudum alarak hayatını nadasa bırakmıştır.

Sevgili dostlar,

Hayat bazen nadasa bırakılması gereken bir şeydir işte. Bazen insan aşırı ışıltılı bir meyhanede, binbir fotoğrafın ortasında gözlerini yummalı ve hiçbir şey düşünmemenin keyfine varmalıdır.

İnsan bazen terbiyesiz ve cüretkar olmalıdır yaşam konusunda. Dertleri ve tasaları bir kenara bırakmalı ve Refik'te almaldır soluğu. Önünden akan insan seline boş gözlerle bakmalıdır.

Varoluş bazen çok kavranabilir bir mesele değildir. O zaman Tanju Okan'ın da dediği gibi:

"Dünyanın merkezidir bu meyhane..."

Afiyet olsun...

Refik Restaurant

Asmalı Mescit Mah. Sofyalı Sk. No:7-10-12 Tünel Beyoğlu İSTANBUL
Tel:0212 243 28 34 

15 Ekim 2012 Pazartesi

Seviç Meyhanesi


Bazen, bazı meyhaneleri yazmak için, siyah-beyaz, kocaman fotoğraflar koymalı insan, "ince belli" bir rakı bardağı olmalı elinde ve hafiften gözlerini kapatmalı o rakının tadını alabilmek için.

O rakı Kulüp Rakısı olmalı mümkünse. 

Zaman zaman, bazı meyhanelere, hayatın gürültüsünden kaçmak, gündelik yaşamın saçmalıklarından kurtulmak için sığınmalı insan.

O meyhane hem kavga-gürültü ve koşuşturmanın tam göbeğinde yer almalı, hem de korunaklı bir liman olmalı mümkünse.

Kimi günler, bazı meyhanelere öğle vakti uğramalı insan. Gündüz rakısı denen o harika icadın keyfini çıkartabilmek için Çiçek Pasajı'da tahta bir masaya kurulup aşağıdaki gibi bir şiir düzmeli:

Siz hiç gözleriniz kapalı rakı içtiniz mi
Ben içtim
İçine su-buz koymuşlardı
Beni de alıp bir meyhaneye oturtmuşlardı
Beni hep bir meyhaneye oturtmuşlardı
Masaya patlıcansalatasıbeyazpeynirkavuntarama
Koymuşlardı
Masanın ucunda yepyeni bir hayat bana gülümsemişti
"Bana" kaldırmıştı kadehi
Ben de arkama yaslanmıştım
Ne çabuk geçmişti


Ve Seviç Meyhanesi'nde Kulüp Rakısı'nın yanına kadim dostu beyaz peynir gelmeli öğlen vakti, biraz da tatlımsı kavun.

Bu üçlünün mükemmel tadı insanın ağzında ağır ağır birleşmeli.
Böyle bir zamanda yine gözlerini kapatmalı o şanslı adam. Oturup düşünmeli.

Hiçbir şey düşünmeden düşünmenin güzelliğini düşünmeli. O enfes peyniri nereden bulduklarını düşünmeli. Artık her mevsim aynı lezzetle yiyebildiği kavunun mucizesine inanmalı ve muzipçe gülümsemeli.

Masaya beklendiği üzere patlıcan salatası, fava, haydari, kabak kızartma ve enfes bir karışık salata gelmeli. Her lokmada adamı gülümseten patlıcan salatasının közü, kömür kömür kokmalı alenen.

Kıvamlı haydarinin sarmısağı damağı dağlamadan "ben buradayım" diyebilmeli.

Biraz tuzlu olsa da, favanın soğanlı enfes karışımı midelere bayram ettirmeli.

Taze taze zeytinyağı kokan salata içini açmalı adamın.

Ve tabii ki Seviç'in "primadonna"sı kabak kızartması masanın baş köşesine arsızca kurulmalı, fena halde lezzetli ve üstelik de mideyi asla yakmayan tadıyla, kendisinden alınacak ısırıkları beklemeli..

Eleos ve Todori'yle birlikte İstanbul'un en iyi kabak kızartmasını yiyeceğini bilerek oturmalı insan bu meyhanenin masalarına.

Belki biraz ciğer, azıcık kalamar tava, mevsim uygunsa gümüş kızartma yemeli. Ama istiyorsa hiç çekinmeden kuzu şiş sipariş edip keyfine de bakabilmeli.

İnsan, Seviç Meyhanesi'ne oturduğu zaman, gece de olsa, gündüz de olsa, kendine mutlaka pasajın içinde "koridor"dan bir yer ayarlamalı, gelen geçenlere, akan insan seline, laternacı amcaya, karşı meyhanede şarkı söyleyen gay şarkıcı ve göbek atan müdavimlere, koşturan garsonların bitmeyen enerjisine eski dostları izler gibi bakmalı.

İnsan, bazen bir müze gezisinden sonra, bazen bir konsere gitmeden önce, zaman zaman hayattan nefret edip soluk soluğa kalarak, ama her seferinde hiç düşünmeden gelmeli bu meyhaneye.

İnadına rezervasyon yaptırmadan üstelik.

Tahta masalara keyifle kurulmalı.

Hemen hatırını soran garsonlarla hoşbeş etmeli, sipariş vermek için acele etmeden ağırdan bir soluklanmalı.

Belki girişteki sigaracıdan aldığı kaçak ıslak purolardan bir tane tüttürmeli keyifle.

Üstelik bir Cuma günüyse ve hatta öğlen vaktiyse, yan masada demlenen Aydın Boysan üstada bakıp iyice kendinden geçmeli insan.





İnsan Seviç Meyhanesi'ne gitmeli.

İçmesine izin verildiği sürece de kana kana içmeli kentin göbeğindeki bu vahanın münbit rakı pınarlarından.

Seviç Meyhanesi
İstiklal caddesi Çiçek Pasajı
No: 8 - Beyoğlu / İstanbul
Telefon: 212 244 28 67

12 Ekim 2012 Cuma

Sini Köftecisi

Sevgili dostlar, zaman zaman ihtişamlı lokantalara gidip renkleri göz kamaştıran, lezzetleri damakta inanılmaz patlamalar yaratan yemekleri yazıyorum. Bazı günler enerjik garsonları yaratıcı ve bilgili, dekorasyonları son kertede gözalıcı ve etkileyici, konumları ve manzaraları ise insanı baştan çıkartan mekanların özelliklerini paylaşıyorum sizlerle. Bazen hayatın bu denli hırpalayıcı olduğu, insanların aslında doymak için bile yemek bulmakta zorladıkları bir memlekette, bu denli pahalı ve lüks bir yaşamın nasıl sürdürüldüğünü kavrayamadan, sürekli saşırarak yazıyorum yazılarımı. İstanbul sadece çok pahalı bir kent değil, aynı zamanda abartılı zevklerin havada uçuştuğu bir şehir. İşte insan bu "lüküs hayat"lar girdabında, biraz olsun, basitliğe, inceliğe, abartıdan uzaklaşmaya ve özüne dönmeye ihtiyaç duyuyor bazen.

Bu yazıya konu olan Sini Köftecisi de aynen şu son cümlede anlattığım gibi mekan. Gayrettepe'de bir apartmanın altına sıkışmış, ufacık, kendi halinde, üç beş masadan müteşekkil, bir defa geleni anında müdavime çeviren bir lokanta. Tuhaf bir büyüsü ve tabii ki inanılmaz lezzetleri var. İnsanın bu şehirde gereksindiği basitlik ve inceliği tam olarak karşılayan bu mekanı, bendeniz de kısa ve öz bir üslupla anlatmayı deneyeceğim:

  • Öncelikle nasıl ulaşacağınızı anlatayım. Yeri çok merkezi Sini Köftecisi'nin. Yıldız Posta Caddesi No 34. desem pek çok okur için yeterli olacaktır diye tahmin ediyorum. Mekanlara göre tarif etmem gerekirse şöyle diyebilirim: " Gayrettepe'de Şayan İşkembecisi'nden Dedeman Oteli'ne doğru giderken, sağ kolda, Discorium'da gelmeden hemen önce, büyük bir apartmanın girişinde" Tam karşısında çay-kahve içmek isteyenlerin uğrak yeri Bulvar Pastanesi mevcut. Gittiğinizde o bölgenin İspark mecrası olmasına bağlı olarak, parasını ödeyip arabanızı park edebilirsiniz. Bazen tam önünde bile yer bulunuyor.

  • Müşteri kitlesi, rahatlıkla tahmin edebileceğiniz gibi, o bölgede çalışan beyaz yakalılardan oluşuyor Sini Köftecisi'nin. Dolayısıyla öğlen yemeği vakti hayli dolu oluyor. Dışarıda son derece kısıtlı yeri var. Oturacak masa bulmakta zorluk çekilmesi normal karşılanmalı. İçerisi de daracık bir mekan olduğu için bazen ayakta kalan ve sıra bekleyen, ya da kapıdan dönen müşteriler olduğunu gördüm. Bu konuda ufak bir not: Ben bu lokantaya tüm ziyaretlerimi yaz mevsiminde yaptığım için, kışın içerisinin nasıl olacağını çok iyi tahmin edemiyorum. İçimden bir ses, insanın üstünün yağ kokması ihtimali olduğunu fısıldıyor, ama denemeden bilemeyiz tabii.

  • Yemeklere gelince, nereden başlasam bilemiyorum, zira anlatılabilecek bir çok farklı çeşit var. Ama dikkate alınması gereken kritik nokta aslında şu: Buranın adında "Köfte" kelimesi geçiyor olsa da, aslında bildiğiniz, tencere yemekleri yapan bir esnaf lokantası. Dolayısıyla, pişirdikleri günlük yemekleri, "günün menüsü" mantığı ile tahtaya yazıyorlar ve oradan bakıp mideye indireceklerinize karar veriyorsunuz.

  • Mekana adını veren köfte, tam da benim sevdiğim cinsten bir lezzet barındırıyor bünyesinde. Gergin, dolgun, etin yağını ve tadını damağa sıvayan türden bir cazibe nesnesi. Yanında bulgur pilavı, rendelenmiş havuç, yeşil salata geitiriyorlar. İnsan gerçekten parmaklarını yiyor bu enfes lezzetin keyfine varırken. Özellikle yakın plan çekimini de koyduğum bu köftelerin dokusuna dikkat etmenizi öneririm. İnsanın bakarken bile karnı gurulduyor.



  • Ayrıca, önden mutlaka çorba içmenizi hararetle öneririm. Burada kereviz, semizotu, sebze, mercimek ve ezogelin çorbalarından tatma fırsatım oldu bugüne kadar. Her defasında midem bayram etti. Hiçbir sefer en ufak pişmanlık duymadım. Hepsi birbirinden lezzetli ve hafifti. Bu lokantanın, benim gibi çorbaperver bir şahıs için biçilmez kaftan olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla.



  •  Burada tadına bakma fırsatını yakaladığım diğer yemekleri de kısaca anlatmak gerekirse, mücver, kadınbudu köfte, islim kebabı, ekşili köfte, cacık, elma hoşafı gibi güzellikleri sayabilirim. Bunların içinde mücverin inanılmaz hafifliği, ekşili köftenin durmadan suyuna ekmek bandığım harika terbiyesi unutamadığım noktalar olarak belleğime nakşolmuş.


  • Tabii bütün bunların dışında, mekanda harika zeytinyağlılar olduğunu ilave etmeme de gerek yok diye düşünmekteyim. Benim size önerim, zeytinyağlılardan oluşan karışık bir tabak yaparak keyfine varmanız. Bunun nasıl göründüğünü anlayabilmeniz için bir fotoğraf paylaşmam yerinde olacak. Aşağıda kabak, barbunya ve zeytinyağlı taze fasülyenin bir parça yoğurt ile ahenkli dansını görebilirsiniz.


  • Tatlı niyetine yediğim hoşafı saymazsak, burada servis edilen tatlıların ne durumda olduğu konusunda fikir yürütmem pek mümkün değil. O yüzden mekanın bu konudaki yeteneklerini bilemiyorum diyebilirim.
  • Lokantanın sahibi Nermin Hanım sürekli koşturan ve bu koşturmanın ortasında güleryüzlü davranmak için elinden geleni yapan iyi bir işletmeci. Onu buradaki başarılı işinden dolayı tebrik etmek gerekiyor.
Sözün özü, Sini Köftecisi, benim nezdimde, yaşadığımız kentte nadir bulunan, çok değerli bir eser, adeta gizli kalmış bir hazine... 
Burada her gün farklı yemeklerin tadına varıp tekrar tekrar gelmek istiyorsunuz. 
Kimseye söylemeyin burayı, yer bulamayız yoksa...

Sini Köftecisi
Yıldız Posta Cad. 
Evren Sit. No:34/D-3
Beşiktaş
Telefon: 0212 347 93 58

19 Eylül 2012 Çarşamba

Kandilli Suna'nın Yeri

Dostlarla yaptığım sohbetlerde, zaman zaman benzer bir soru cümlesiyle karşılaşıyorum: "Alp, şöyle salaş, yemekleri güzel, manzarası fena olmayan, fiyatları iyi bir yer önersene bize...?"

Bu aslında "her genç kızın rüyası" galiba...Herkes güler yüzlü hizmet, lezzetli yemek, ihtişamlı bir manzara, el yakmayacak fiyatlar istiyor hayatta. Yaşadığımız şehirde bunu sunan lokantaların sayısı malesef çok az. Avrupa'nın en pahalı lokantaları bile İstanbul'daki ortalama bazı restaurantların fiyatlarıyla boy ölçüşemiyor.

Bu şehirde hayat ne yazık ki çok pahalı; buna karşın talep çok yüksek ve doğal olarak bazı işletmelerde şımarıklık had safhada. Fabrikasyon ve ticari yaklaşımlarıyla hem size verdikleri hizmeti aceleye getiriyorlar, hem de "bebeğim bir haftadan önce arayıp rezervasyon yaptırmazsan bizde yemek yiyemezsin" tavrıyla karşılaşıyorsunuz. Üstelik yemekler de öyle pek matah değil.

Rezervasyon konusuyla ilgili bir parantez: American Psycho'nun bir sahnesinde kahramanımız (Christian Bale), Manhattan'ın en popüler mekanlarından birini telefonla arayıp o günün akşam yemeği için rezervasyon yaptırmak ister. Karşıdan cevap yerine gevrek kahkahalar gelir. O kadar imkansız bir şeydir ki adamın istediği, yönetmen böyle Kafkaesk bir üslupla vermek istemiştir cevabı. Demek istediğim, bizim şehrimizde de zaman zaman buna yakın tavırlar sergilenmektedir rezervasyon yaptırmak istediğimizde.

Ve tahmin edersiniz ki bendeniz bundan nefret eden bir adamım.

Her neyse, biz konumuza dönelim. Yukardaki soruya cevap verirken sözkonusu Anadolu yakası ise İsmet Baba ve Suna'nın Yeri gibi mekanları öneriyorum genelde. Buralarda fiyat/performans bana kalırsa çok çok iyi. İyi bir lokantada olması gereken her şey de mevcut. Bu sebepten, bu yazıyı Suna'nın Yeri'ne ayırdım.
İlk ne zaman gittim, anımsayamıyorum, rahmetli babam çok severdi burayı. Onbeş sene mi, yirmi sene mi önce, bilemiyorum. Yılda dört-beş defa, bazen öğlenleri uğrar, manzaraya bakarak demlenirim Suna'nın Yeri'nde.

Kısaca özetlemek gerekirse,

  1. Mekanı bulmak hayli kolay. Sahilden Kandilli İskelesi'ne gelmeniz yeterli, lokantayı iskelenin iki yanına konuşlanmış vaziyette bekliyor bulursunuz karşınızda. Birinci köprü tarafından geliyorsanız Beylerbeyi'nden dümdüz devam edin, yok ikiden ulaşmaya çalışıyorsanız, Kavacık sapağının ordan Anadolu Hisarı istikametine girip aşağı inin ve Kandilli'ye ulaşın. Bu kadar basit.
  2. Otopark hizmeti mevcut ve sıkıntısız. İskelenin oraya girdiğiniz vakit arabanızı oradaki görevlilere bırakabilirsiniz. Dışardan bakıldığında park yeri yokmuş gibi görünse de çok iyi çözümlemişler bu meseleyi.
  3. Mekan ilk başlarda iskeleyi karşınıza aldığınızda soldaydı diye hatırlıyorum, ama uzun süredir sağ tarafta da hizmet veriyor. Baharda ve yaz aylarında açık kısımlarında keyifle oturabilirsiniz, fakat önemli bir mesele ciddi şekilde rüzgar alabiliyor olması. Bunun özel bir zamanı var mı bilemiyorum, ama bazen iskele ile yandaki yalının arasındaki koridordan şiddetli rüzgar esebiliyor.
  4. Tahta masalar bembeyaz, pırıl pırıl örtülerle örtülmüş, her daim müşterileri bekliyor Suna'nın Yeri'nde. Mekanın darlığından ötürü masaların birbirine yakın olma durumu var, fakat bu konuda yapılabilecek bir şey yok. Gülü seven dikenine katlanır neticede.
  5. Garsonlar son derecede tecrübeli ve insan sarrafı tipler. Sizin ne istediğinizi gayet iyi anlayıp çok iyi bir zamanlamayla yapıyorlar sevisi. En baştan beri bu böyleydi.
  6. Manzara müthiş. Doğru masaya oturduysanız Boğaz'ın üzerinde gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ağzınızda dağılan o güzelim yemekleri yerken Boğaz'a bakmak, iskelenin yanından oltayla balık avlayan çocuları izlemek ayrı bir keyif. Ara ara denize girenler de olmuyor değil. Tahmin edersiniz ki, bunlar yunus balıklarına yakın yüzme yeteneğine sahip mahalle çocukları.
  7. Kışın geldiyseniz kapalı kısmında oturabilirsiniz, ama benden söylemesi, istenen manzarayı görebileceğiniz masa sayısı hayli kısıtlı.
  8. Yemeklere gelince, gavurların değişiyle "schlicht und einfach"... Basit ve sade bir menü var ve başarının sırrı bence burada. Kafa karıştıran cinsten, onlarca yemekten oluşmuyor size sunduğu güzellikler.
  9. Burada mutlaka bol rokalı, yeşillikli bir salata yemelisiniz sevgili dostlar. Üzerine peynir rendelenmiş olsa iyi olur. İnsanın damağı bayram ediyor önünüze geldiğinde bile. Bu salata o kadar güzel ki, insan hiç bitmesin istiyor.
  10. Bunun yanında mekanın enfes, ağızda dağılan favasından da mutlaka sipariş etmenizi öneririm. Nadir bulunan lezzetlerden birisi de bu.
  11. Patlıcan salatasında da közün tadı iyice hissediliyor. Yutulduktan bile ağızda bıraktığı tad unutulmaz. Bunu da tavsiye diyorum.
  12. Sıcak olarak kalamar, midye tava, tereyağında karides söylenebilir. Üçü de insanın damağına bayram ettirecek cinsten, lakin benim favorim kalamar. Çok güzel yapıyorlar, adeta lokum gibi diyebilirim.
  13. Balık olarak çeşit çeşit farklı mevsim balıkları yedim ben burada, ama en son gittiğimde yaptıkları gümüş tava gibi bir lezzete neredeyse hiçbir balıkçıda rast gelmedim. Varsa ortaya söyleyin, tadını çıkartın.
  14. Mekanın en büyük problemi caminin burunun dibinde olmasından ötürü içki ruhsatı alamıyor olması, fakat demokrasilerde çare tükenmeyeceğini belirterek bu mevzuya nokta koymak isterim.


Hülasa-i kelam, her kim ucuz, yemekleri güzel, manzarası şahane bir balıkçı arıyorsa kentimizde, hiç çekinmeden soluğu Kandilli Suna'nı Yeri'nde alabilir. Tüm beklentileri karşılanacaktır burada.

Ayrıca sevgili dostlar, insan böyle mekanlara gelip gözlerini Boğaz dikmeyecekse, ne halt etmeye bu şehirde yaşıyordur, onu da sorgulamak lazım.

Suna'nın Yeri
Adres: Kandilli İskele Cad. No: 17 Kandilli Mh.  
Telefon: 0 216 3323241

17 Eylül 2012 Pazartesi

Üçüncü Viyana Kuşatması - II

Şehirlerin ruhları, kendilerine özgü davranış ve sesleri vardır. Çoğu kez, yüzyıllar boyunca büyüyüp yeşermiş bu davranış ve seslerin içinde dolaşırsınız hayret ederek. İnsanı eski bir dost gibi kucaklayan sokaklarında gezinirken, binalarının tanıdık yüzlerine bakarken, açık kapılarından sızan gürültülerin tuhaf öykülerini dinlerken anlar kişi bunu. Kentler yaşayan, nefes alıp veren, sürekli bir yönden diğerine devinen devasa yaratıklardır.. Anlatacak öyküleri, dışa vuracak duyguları, çoğu zaman da sokaklarında dolaşanlara sunacak yüklü tarihleri vardır. Bunu almayı, anlamayı, duyup yaşamayı bilenlere ise o şehirlerin keyfini çıkarmak düşer.

Sözgelimi Roma bir kadındır; sevişmek, sevilmek ve okşanmak ister. Bazen birkaç duygu yüklü kelime ile yumuşak yumuşak girersiniz koynuna, bazen de hayvansal bir çiftleşme dürtüsüyle yatakta bulursunuz kendinizi. Roma sevişmeye çağırır sizi. Bu sebepten ötürü sokaklarında öpüşen, kuytu köşelerinde alt alta üst üste bedenlerinin keyfini çıkaran bir sürü insan görürsünüz.

Paris'in cinsiyeti ise anlaşılamaz, ama niyeti ortadadır. Paris aşık olmak ister. Bu şehrin asırlık binalarının taş yüzlerinde arsız bir aşk çağrısı vardır her zaman. Taş bir köprünün üzerinden geçerken, heybetli çiçek bahçelerinde dolaşırken, bulvarlardaki kahvelerde insanın içini ısıtan kahveleri içerken hep aşık olmak ister insan. Çoşku ve hedonist bir zevk girdabı içinde sevmek ve sevilmek ister.

Londra karanlıktır ve kesinlikle erkektir. Bugünlerde "multitasking" denilen, aynı anda pek çok işin altından kalkabilme yeteneğine sahip, kaotik bir uyumdan kuvvet alan, sürekli koşan, yorulmayan, zaman zaman debelense de hep dimdik duran bir adamdır o. Kurşun gri sokaklarında dolaşırken sizi elinizden tutar, tüm o hengame içinde hedefinize ulaştırır ve asla uyumaz, uyutmaz.

Evet dostum, peki ya yazının konusu Viyana kimdir o zaman? Sorunun cevabı çok açık. Yaşı biraz geçkin, hafif de yorulmuş, fakat her daim kendini yenileme yeteneğine sahip bir kadındır Viyana. İnsanın  onu bilmesi, anlaması, kollarına alması ve kandırması çok güçtür, zira deneyimleri ona insanoğluna kanmamayı öğretmiştir. Bu yüzden hüzünlüdür biraz. Lakin iyi bir şeylerin olacağına inanan ve iyimserliğini de koruyan bir yanı da vardır. O zaman anahtar tamlama şu olmalıdır :

"Romantik bir hüzün..."

Viyana sokaklarında dolaşırken bunu düşünüyorsun işte. Bu yaşlı imparatorluk başkentinde romantik bir hüzün kaplamış her köşebaşını. Bunun içinde iyimser bir sevgi ve aynı zamanda örselenmiş bir ruh mevcut.

İki defa iş güç için gitmiş ve tam bir turist gibi gezmiş de olsan, aslında bu kenti ziyaret edeceklere tavsiyen, amaçsızca, bir hedefleri olmadan, bir yere koşmadan, yetişme baskısında kalmadan, yanlarına aşık oldukları adam/kadını alarak, bu kentin sokaklarında yürümeleridir.

Mevsim fark etmeyecektir. Yanınızdaki kişinin elini tutun ve asla bırakmayın bu şehirde. Her köşebaşında öpün onu.Viyana sizden bunu beklemektedir.

Bu düşüncelerle, hüznünü katmerleyen yağmurlu bir havada dolanıyorsun sokaklarda. Belvedere Sarayı'nın ana kapısından girdikten sonra, aşağı ve yukarı Belvedere'i gezecek bir bilet alıyorsun. Her ikisini de gezmek lazım, ama esas olay yukarı Belvedere tarafında, zira Klimt sergisi bu yönde. Klimt hakkında uzun uzun konuşmak bu yazının konusu olmamalı sevgili dostum. Avusturya'nın en büyük sanatçılarıdan birisi ve Viyana'da hakkını vererek sergiliyorlar eserlerini. Burayı ziyaret edeceklere tavsiyen, mutlaka Klimt sergisini gezmeleri. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Gustav_Klimt) Bir de Fritz von Uhde (!) 'ye dikkat etsin gezecek insanlar. Kendi döneminin parlak bir sanatçısı olduğu her halinden belli bu adamın.



Lezzet durağı olarak da Plachutta'dan bahsetmek gerekir diye düşünüyorsun. Birden fazla şubesi olan, bazı Viyanalılar tarafından fast food mantığına yakın hizmet verdiği, fazla ticari olduğu, otantik niteliklerini kaybettiği için eleştirilen bir zincirin adı "Plachutta" . Sen burayı ziyaret ettiğinde olağanüstü memnun kaldığın, tadı damağında kalan Tafelspitz'i bugün bile anlatırken ağzın sulandığı için bu görüşlere katılmıyorsun. Plachutta müthiş bir yer. Ağustos ayında yaptığın ziyarette açık olan Wollzeile şubesine gittiğini belirtmen gerekiyor. Nussdorf ve Hietzing'de de birer lokanta olduğunu vurgulamak lazım.  İçeri girip oturduğunda kendini çok iyi hissediyorsun. Tertemiz, pırıl pırıl. Ahşap dekorasyon ve iç içe olmayan rahat masa düzeni mutluluk verici. Servis güleryüzlü, hızlı ve özenli. Viyana'ya gidecekler mutlaka Plachutta'ya uğramalı. Tek rahatsız edici yanı, belki İstanbul'daki bazı kebapçılarda olduğu gibi duvarlarında, mekan sahibinin "ünlüler" ile çektirdiği fotoğrafların olması. Bir de gidecek onlanlar şunu asla unutmasınlar, porsiyonlar çok büyük, çok doyurucu ve gerçekten enfes. O gün Plachutta'ya giderseniz başka bir öğün yemek zor olacaktır.




Mekanın favorisi Tafelspitz ise geleneksel Avusturya mutfağı yemeklerinden biri olarak karşısına çıkıyor insanın. Avusturya imparatoru Franz Joseph'in en sevdiği yemek olarak tarihe geçmiş bu lezzet. Basitçe ağır pişirilmiş dana eti olduğu söylenebilir. Hayvanın arka sırt tarafından elde ediliyor. Kök sebzelerle birlikte haşlanması sırasında salıverdiği suyundan et suyu çorbası yaparak yanında servis ediyorlar. Bu çorbanın içine erişte koyulması önerilebilir, tadı tamakta patlıyor adeta. Ispanak püresi, yabanturbu ile karıştırılmış krema ve kavrulmuş patates dilimleri de yanında sunulan ayrı lezzetler. Mutlaka yenmesi lazım.


Plachutta Wollzeile
1010 Wien, Wollzeile 38
Tel.: 01/512 15 77
Fax: 01/512 15 77 20

Saray bahsi açılınca Schönbrunn esas oğlandır Viyana'da. Tipik bir Avrupa sarayı olduğu söylenebilir bu ihtişamlı yapının. Birbinine açılan binlerce odası, devasa bahçesi, ağaçları, balkonları, labirenti andıran yapısıyla Schönbrunn'u gezmeden olmaz.



Sabah erken alıyorsun soluğu burada, zira sonradan çok kalabalık olacağını, kapıda kuyruklarda beklemenin sana pek tatsız geleceğini gayet iyi biliyorsun. Sarayın çok geniş olan ön avlusundan geçip içine girdiğinde, mecburen bir "guided tour" alarak kendini turun akışına bırakıyorsun. Ağırlıklı olarak Maria Theresia, Franz Joseph ve karısı Sisi'nin yaşamlarını anlatan bu gezinti seni ister istemez etkliyor, o zamanların saray hayatını düşlüyorsun. Pek de mutluluk verici görüntüler canlanmıyor gözlerinin önünde. İçinde nedense, sarayda yaşamanın çok sıkıcı olacağına dair bir izlenim peydahlanıyor bu gördüklerinden sonra.



Her neyse, yaşadığı dönemde dünyanın en güçlü kadınlarından birisi kabul edilen, Avusturya'da finansal ve eğitimsel reformları başlatan, ticareti ilerleten, tarımı geliştiren orduyu yeniden düzenleyen 18. yüzyıl Avrupa güç siyasetinde anahtar rol oynayan, gelmiş geçmiş en yetenekli hükümdarlardan biri olarak kabul edilen ve içlerinde Marie Antoinette ve II. Leopold'ün olduğu onaltı çocuk doğurmuş Maria Theresia'nın yaşam öyküsünü burada dinliyorsun.



Ardından, Avusturya tarihinin en uzun süre hüküm süren imparatoru Franz Joseph'in hayatı seriliyor gözlerinin önüne. I. Dünya savaşının çıkmasına sebep olmuş, Tafelspitz fanatiği bu imparatorun hayatını masa başında çalışarak geçirdiğini öğrenerek şaşırıyorsun. Tam anlamıyla bir işkolik olan Franz Joseph'in sabah beş gibi kalkıp masasına oturduğunu, onyedi saat çalışıp artık kafasını kaldıramayacağını anladığında yatağına gittiğini dinliyorsun tur sırasında.



Tabii Franz Joseph'in karısı efsanevi Sisi'yi de dinliyorsun bu gezintin sırasında. 1955 yılında Romy Schneider'in başrolünü oynadığı film geliyor aklına ister istemez. Franz Joseph'in hayatı boyunca sadık kaldığı bu anoreksik kadının zamane kadınlarından hayli uzun boylu olduğunu, saçlarının neredeyse dizkapaklarına gelecek kadar uzadığını, pek insan içine çıkmaktan hazzetmediğini, kocasıyla bile pek samimi bir hayatı olmadığını şaşırarak öğreniyorsun.

Bu güzel sarayın bahçesinde yürürken, nedense içinde yaşamış bu insanların mutsuz hayatları dolduruyor kafanı.

İkinci lezzet durağı ise bir klasik. Figlmüller... Viyana'ya giden her kişinin mutlaka tur kitaplarında yazanlara ya da eş dost tavsiyesine uyarak ziyaret ettiği bir lokanta. Nasıl mı bulacaksınız? Viyana'da kapısında kuyruklar olan bir yer görürseniz burası Figlmüller'dir. Bu denli basit yapmanız gereken.


Mekanın özelliği Viyana'nın en meşhur Schnitzel'ini sunuyor olması. Sen de söylenenlere uyup burada yemeği ihmal etmiyorsun. Çok sevdiğin bir arkadaşının deyişiyle yediğin Schnitzel "kafan kadar" neredeyse, tabağa sığmıyor ve tabak aldında görünmüyor. Lezzetine gelince, gerçekten pek güzel. İncecik, çıtır çıtır ve enfes. Ama nedense Pöschl'de yediğinden bir derece daha alt kalitede geliyor sana.


Viyana'ya  gideceklerin bilmesi gereken en önemli noktalardan birisi de bu. Gerçekten lezzetli ve kentin en meşhur Schnitzel'i burada yeniyor, ama en iyisi değil. Yanında bir bardak Grüner Veltliner ve servis ettikleri patates salatası gayet iyi gidiyor.

Figlmüller
Wollzeile 5, 1010 Vienna

Kentin sokaklarında yürüyüp lezzet duraklarını gezdikten sonra insanda takat kalmıyor. Gidip uyumak ve bir sonraki güne hazırlanmaktan başka yapacak bir şey yok şimdi.

Bir sonraki yazı, Zum Schwarzen Kameel, Motto am Fluss, Naschmarkt, Sacher, Cafe Zentral gibi birçok yeri anlatacağı için şimdiden sabırsızlanıyorsun...



5 Eylül 2012 Çarşamba

Üçüncü Viyana Kuşatması - I

Son altı ayda iki defa ziyaret ettiğin ve büyük keyif aldığın Viyana'ya adım atmayalı yirmi sene olmuş neredeyse. Bu zaman diliminde yaşlı imparatorluk başkenti değişmiş mi? Bilemiyorsun. Doğduğundan beri muzdarip olduğun, en kritik zamanlarda sana musallat olup hayatını feci bir kabusa çeviren bellek problemi burada da kendini gösteriyor. Zaten bu blogun yaratılmasındaki belli başlı sebeplerden bir tanesi de bu değil mi: Hatırlayamacağından emin olduğun yaşantıların henüz hafızandan silinmeden önce bir kaydını tutmak, sonra da dönüp dönüp bu kayıtların üzerinden geçmek.

Birinin sana bir zamanlar neler yaşamış olduğunu, büyük bir  karmaşa ile bezenmiş hayatının renkli ayrıntılarını bir bir anlatması, eski günleri yumuşak yumuşak anımsatması, geçmişle seni bir araya getirmesi gerekiyor. Beynin nedense kişisel tarihin için pek yer ayırmamış, o işlevi kullanmayı inadına reddetmiş, sanki seni büsbütün yarı yolda bırakmak için yemin etmiş gibi davranıyor senelerdir. Balık gibi yaşıyorsun deseler yeridir.

-Nerede yemiştik o güzel bifteği?
-Bilmiyorum
-Hani hava günlük güneşlikti de gömleğim sırtıma yapışmıştı. Ne zamandı bu?
-Anımsayamıyorum
-Nefis bir konser izlemiştik. Ne çalmışlardı?
-Hatırlamıyorum

"Yaşamınla ilgili ne anımsıyorsun?" diye sorduklarında, işte bu dialogları anımsıyorsun. Yani tek hatırladığın, neleri hatırlayamadığın oluyor aslında. İşte bu sebepten Viyana yazısı, daha yediğin Tafelspitz'in tadı damağında, Schnitzel'in lezzeti henüz belleğinde silinmemiş, Sachertorte'lerin mükemmel anısı henüz tazeyken yazılmalı ve ivedilikle burada yayınlanmalı.
Uzun uzun anlatacağın için de bir defa da değil, üç farklı bölümde sunacaksın Viyana'da edindiğin izlenimleri. Bu böyle bilinmeli. Bol bol, geniş geniş, kelimeler konusunda cimri davranmadan geçmelisin seyahatlerinin üzerinden.

O zaman başla:

Birinci yolculuğunda - ki Mart 2012 tarihine denk geliyor bu- İstanbul'dan lapa lapa kar yağarken kalkıp onbeş derecelik bir Viyana'ya gelmek yeterince şaşırtıcı. Göz gözü görmezken kalkan uçaklar seni tedirgin eder ezelden beri; yine de, havaalanında sabahın köründe içtiğin biraların verdiği aptal gülümsemeyle biniyorsun uçağa. İki saatlik bir uçuştan sonra ver elini Viyana. İkinci yolcuğun Ağustos ayında cereyan ediyor. İstanbul'da hava yapış yapış, sıcaklık handiyse kırk dereceyi, nem yüzde doksanbeşi gösterirken, bu defa Viyana'da serin, hafif kapalı, çok az da olsa yağışlı bir bahar havası karşılıyor seni. İstanbul ve Viyana'nı hava durumu konusunda asla yıldızı barışmayacak iki coğrafya olduğunu anlamana yetiyor bu deneyimler. Havaalanında taksicilerin yüzde doksanı Türk ve bu güzel. Yabancı bir şehirde yolculuk yaparken insan için taksicilerden daha iyi rehber bulunamaz, diye düşünenlerdensin. Doğal olarak Türk taksicilerle yolculuk etmek, sohbet ederek birçok şeyi öğrenmek açısından da faydalı oluyor.

Viyana'ya yaptığın her iki yolculuğunda da merkeze onbeş-yirmi dakikalık yürüme mesafesinde olan Schottenfeld'deki Hotel Falkensteiner'de kalıyorsun ve İstanbul'da Talimhane bölgesi otellerini andıran bu mekan sende büyük bir memnuiyet yaratıyor. Burayı hiç düşünmeden Viyana'da kalacak
yer arayanlara tavsiye edebilirsin.

Hotel Falkensteiner am Schottenfeld
Schottenfeldgasse 74
1070 Wien
T: +43/(0)1/526 51 81
F: +43/(0)1/526 51 81 160
(http://www.falkensteiner.com/en/hotel/schottenfeld)


Her şeyden önemlisi, otelde verilen kahvaltı çok dikkat çekici. İki yolculuğunda da, her sabah ihmal etmeden kahvaltını burada ediyor, güne doymuş, kendine gelmiş ve mutlu olarak başlıyorsun. Her türlü peynir, jambon, salam, sucuk gibi lezzetlerin arz-ı endam ettiği bu açık büfede en çok dikkatini çeken şey leziz sosisler. Damakta adeta infilak eden bu arzu nesnelerinden kabul edilebilir sayılarda yiyebilmek için her sabah kendini zor tutuyorsun. Bu otelde kalacaklara sabah kahvaltısını şiddetle önerebilirsin. Sosisleri es geçenlerden ise şüphe duyarsın bariz bir şekilde.

Otelden yola çıkarak Neustiftgasse ya da Burggasse üzerinden dümdüz yürüyerek doğrudan Museumsquartier'e yirmi dakikada gelip buradan istediği herhangi bir noktaya kolaylıkla ulaşabiliyor insan. Bu iki seyahatte bunu kaç defa yaptığını hatırlayamıyorsun doğal olarak.

Yemek meselesine gelince, sözü fazla uzatmadan itiraf etmekte fayda var: Dünyanın neresine giderse gitsin McDonald's'da yiyen, Paris'e gidip Starbucks'ta oturduğunu gururla anlatan kendini bilmezlerden tiksindiğin kadar, başka bir memlekete gidip kendini fusion lokantalarına atan, Avrupa'a başkentlerinde ısrarla Çin-Japon yemekleri peşinde koşan gafillerden de hazzetmediğini vurgulaman gerekiyor. Kısıtlı zamanda uluslararası mutfaklar peşinde koşmaktan ziyade, o memleketin yerel yemeklerinin izini sürmenin doğru olduğuna inananlardansın sen. Viyana'da ise yapılacaklar belli: Tafelspitz, Schnitzel gibi lokal mutluluklar ve bunları servis eden Gasthaus'lara gidilecek öncelikle.

Bu yazının sonunda gittiğin iki, gidemediğin bir mekanın ismini anmalısın.
Gittiklerin:   Grünauer, Pöschl (Eski Immervol)
Gidemediğin: Woraczicky

Grünauer çok bilinen bir yer değil, çünkü turist çekmekten kaçınan, hatta çoğu defa yabancılardan rezervasyon almayı bile reddeden enteresan bir Gasthaus. Burayı bilinen rehber kitapların çoğunda bulmak bu sebepte ötürü pek mümkün değil. Kaldığın otele çok yakın olduğu için de ayrıca hoşuna gidiyor bu lokanta. Hermangasse üzerinde, apartmanların arasında sıkışmış, dikkatle bakılmazsa girişini kaçırabileceğin türden bir yer ile karşı karşıyasın. İçeride bir "ev" havası var, sanki yaşanan bir evin salonundaymış gibi hissediyorsun kendini burada. Tahta masalar ve sandalyeler ve hayli bitişik nizam oturulan bir düzen göze çarpıyor. Yerel mutfak sevdalısı olmanın dışında, aynı zamanda otantik dekorasyon meraklısı kişiler için biçilmiş kaftan Grünauer. Eğer bundan 150 sene evvel Viyanda'da bir Beisl nasıl görünüyordu diye merak ediyorsa insan, buraya gitmesinde yarar var. İçerde mutlusun, Menü birkaç sayfadan oluşuyor ve okunması gerçekten güç bir el yazısı ile bezenmiş. Bu tarzın bir Gasthaus klasiği olduğunu sonradan öğreniyorsun. Yemekte klasik Viyana mutfağında olan her şey var. Sen bir "Schweinslungenbraten" yiyorsun. Domuzun en lezzetli yeri olduğunu söylüyorlar. Aklında kalan bu. Schnitzel tarzı pişirlmiş, birkaç parça et söz konusu burada ve tadı inanılmaz lezzette. Masada "Tafelspitz" de mevcut. (Bu yemeği ileride Plachutta'yı anlatırken detaylandıracağın ise şimdilik çok fazla yazmıyorsun)  Patates salatası ve tadı bizimkilere pek benzemeyen cacık türü bir yemek de masayı süslüyor. Bir şekilde "salatalık salatası" diye adlandırılbilecek, içinde yoğurt, salatalık, sarmısak olan bu karışımın tadı gerçekten enfes. Şarap olarak Avusturya klasiği beyaz şarap Grüner Veltliner indiriyorsun mideye. Yemek sonrası ise gırtlağını tatlı tatlı yakan bir Schnaps. Grünauer herkese tavsiye edebileceğin, gidilmeden önce mutlaka yer ayırtılması gereken, servisin inanılmaz derecede insan canlısı ve dinamik olduğu harika bir lokanta. Mart ayında gittiğin bu mekana Ağustos'ta da gitmek istiyor, fakat ne yazık ki bunu başaramıyorsun. Zira Ağustos ayında pek çok iyi mekan gibi burası da kapalı.

Adresi:

Hermanngasse 32 1070 Wien (7. Bezirk Neubau)

Pöschl ise enteresan bir yolculuğun sonunda bulduğun bir Gasthaus. İyi bir Schnitzel yemek için uygun mekanları soruşturduğunda sana verilen isimlerin başında Figlmüller ve Immervoll geliyor. Figlmüller inanılmaz turistik, kapsında turistlerin kuyruklar oluşturduğu ve bir sonraki yazıda anlatacağın bir mekan.  İmmervoll ise, tavsiye üzerine aradığın, bir türlü bulamadığın, fakat en nihayet isminin değiştiğini ve Pöschl olduğunu farkettiğin bir Gasthaus.Yanlış anlamadıysan mekanın ortakları arasında bir ayrılık gerçekleşmiş ve ismi değişmiş. Burada yediğin Schnitzel, yanında gelen patates salatası ve öncesinde mideye indirdiğin keçi peynirli, domatesli salata, hepsi müthiş. Kesinlikle tavsiye edilebilecek bir lokanta. Servis kalitesi iyi, aryan garsonlar ise görülmesi gereken tiplemeler.

Adresi:

Gasthaus Pöschl
Weihburggasse 1010 Wien (1. Bezirk - İnnere Stadt)

Woraczicky ise, bu konuda görüşlerine güvendiğin bir tanıdığının ısrarla belirttiği gibi çok iyi Gasthaus olarak anlatılıyor, fakat ne yazık ki buraya gitme fırsatını yakalayamıyorsun. Bunun başlıca sebebi öğlen yemeğini yediğin Plachutta'da fazlası ile doymuş olman ve akşam yemeği için Woraczicky'ye gidecek mecalinin kalmaması.
Diğer mekanlar ve seyahat detaylarını sonraki iki yazıya bırakarak burada veda ediyorsun.

8 Nisan 2012 Pazar

Safa Meyhanesi

Bazı mekanlar vardır, ne yediğiniz içtiğinizden bağımsız olarak içine girdiğinizde sesiniz soluğunuz kesilir, bir anda nefes alamayacak hale gelir, saygıyla olacakları beklersiniz. Bir ihtişam kol geziyoırdur böyle yerlerde. Oralarda yapılması gereken, büyüklüğü kabul etmek, onun önünde eğilerek ağzınızı açmamaktır. Safa Meyhanesi, işte insanı böyle bir ihtişama boğan, atmosferi ile sizi büyüleyen, müşteri kitlesi ve konumu ile sizi her vakit hayretlere sürükleyen, eski meyhane kültürünü yaşattığı her halinden belli olan bir mekandır.
Birkaç defa ziyaret etmiş olduğum halde bu meyhaneyi yazma fırsatı bulamamış olan bendeniz, en sonunda, hoş bir sürprizle karşılaştığım Safa ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya nihayet karar vermiş bulunmaktayım.

Bir Perşembe akşamı... Hafif bir esinti olsa da, aslında ılık, sevimli bir hava. Henüz kararmamış, kurşuni gri gözyüzüne bakarak yolculuğuma başlıyorum. Eminönü'ne vapurla geçip sahil yolunu kullanarak, Yedikule Zindanları'nı görür görmez saptıktan sonra, zindanların daracık kapısından girip ilerliyorum. Sahil yoluyla alakası olmayan, kendi dünyasında bir caddedir burası. Bir mahalledir. Geleni geçeni belli, dükkanları eski, halkı renklidir. Senede bir geldiğim Safa Meyhanesi'ni bulmak için her defasında dikkatle etrafıma bakarım. Oysa ne kolaydır yeri. Yüzelli, ikiyüz metre ilerleyip sağ kolda görürsünüz tabelasını. O sokakta tanıdık bir dostu görmüşçesine sevinirsiniz her seferinde.

Kapıyı açıp içeri dalıyorum. Her zamanki atmosfer. Gürültülü büyük erkek masaları da var, kadınlı erkekli sessiz masalar da. Işıl ışıl içerisi. Kocaman bir avizenin aydınlattığı yüzler, kapı açılınca bana bakıyor. Meyhanelere kapıdan giren herkes ilk başta yabancıdır biraz. Sonra içeri girip ilk rakıyı içtikten sonra birden bire o da yerel halkın bir parçası haline gelir. Işıltıyı alır, onu etrafa saçmaya başlar. Ardından, yeni biri içeri daldığında, sanki az önce kendi başına gelmemiş gibi, o da başını çevirip bu gelen "yabancı"yı tepeden tırnağa süzer.

Dedim ya, meyhaneye giren herkes yabancıdır biraz.

Gözler bana çevrili. Yerim girişin hemen yanında; sırtımı cama verip meyhanenin ana salonuna bakacak şekilde kuruluyorum masaya. Duvarlarda dört adet özenle oyulmuş, cam kapaklarla kapatılmış, içlerine boy boy, marka marka, eski-yeni bin türlü rakı şişesi askeri düzenle yerleştirilmiş bölme var. Rakı sadece içilmiyor, aynı zamanda dekorun da bir parçası olarak arz-ı endam ediyor bu meyhanede. Karşı duvarda Nuh-u Nebi'den kalma sarkaçlı bir saat sadık bir dost gibi zamanı haber verirken, mekanın tam ortasına asılmış kocaman bir Atatürk fotoğrafı da meyhane sakinlerini yukarıdan usulca selamlıyor.

Patron kasada oturmuş, gelen geçeni kesiyor. Garsonlar sevimli, canayakın ve hızlı. İlk defa gelenleri bile mudavimmişçesine karşılayacak cinsten usta ve deneyimli. Mutluyum. Mutlu olmamak için hiçbir nedenim yok.

Hayat bana güzel, diyorum içimden.

Önce pilaki, patlıcan salatası, haydari, acılı ezme, zeytinyağlı kereviz, köpoğlu ve beyaz peynir geliyor masaya. Dünya daha bir yavaş dönüyor sanki. Mutluluğu yaşamak için daha fazla vakit var. Pilaki nefis; içinde hafif havuç var diye anımsıyorum. Köpoğlu müthiş; tadı ziyaretimden sonra bile damağımda dans etmeye devam edecek, biliyorum. Acılı ezme kararında; ne fazla, ne de az. Ardından ciğer ve paçanga böreği geliyor. Her ikisi de harikulade bir lezzete sahip. Ama özellikle paçanga bu dünyadan değil, onu söylemem lazım. Bendeniz, meyhane meyhane dolaşıp ideal paçangayı arayan bir insanım ezelden beridir. Sonrası evdekileri memnun etmese de, içinde pastırma ile peynirin böyle uyumla birbirine sarıldığı börekleri gördüğüm zaman affetmem. Mis gibi. Ana yemek olarak da köfte yiyorum afiyetle. Son olarak da tahin helvası. Helvaya ekmek banarak ritüeli sonlandırıyorum.







Tüm bu yemekler son derece ustalıkla hazırlanmış bir şekilde geliyor masaya. Safa Meyhanesi, bir insana meyhaneden beklediği her şeyi veriyor.

Mekan, 1900'lerin başında meyhane olarak kullanılan ve TCDD yollarının yapımında görevli insanların akşamları lokal olarak kullandıkları bir yermiş. Bunu öğrendiğimde şaşırıyorum. Daha sonra, şimdi hayatta olmayan Süleyman KIZILTAY 1948 yılında, arapça karşılığı "sefa, eğlence" anlamına gelen SAFA'yı, SAFA MEYHANESİ'ni kurmuş. O gün bugündür de muhabbet devam ediyormuş.

Sonra gecenin sürprizi ile karşıyorum. Masamızda Yılmaz Özdil var. Zaten yemekler ve mekan hakkında bu denli az yazmamın temel sebebi de Yılmaz Özdil ile yaptığımız o tadına doyulmaz sohbet oluyor. Masasında meşhur birisini gören her Türk gibi davranıyorum ben de. Siyasete yazmaya, yazarlığa, gazeteciliğe dair binbir soru soruyorum ona. Sabırla yanıtlıyor. Masaya otururken söylediği, "Bir saatliğine geldim," sözü tamamen yalan oluyor. İkibuçuk saat kalıyor. Hayatından, gazete ve televizyonda yaşadıklarından söz açıyor, memleketin bundan sonra gideceği noktalardan bahsediyor. (Politika bu blogun konusu olmadığı için üstadın söyledikeri bende kalacak doğal olarak).



Güzel bir muhabbet ve yemek ardından kalkıp eve dönüyorum. Aklımda aynı düşünceler dönüp duruyor. Sanki güzel bir tatlı yemişim de, biraz daha istiyor gibiyim.

Sevgili dostlar, Safa Meyhanesi, eski meyhane kültürünü yaşamak ve yaşatmak isteyenlerin hiç düşünmeden gidebilecekleri harika bir mekan.Harika atmosferi ve güzel yemekleri ile kalbinizde kısa sürede taht kuracağından eminim.

Mutlaka gitmenizi öneririm. Haftasonu gitmeden önce yer ayırtın.

Safa Meyhanesi
İlyasbey Cad. No:169 Yedikule/İSTANBUL
Rezervasyon Tel
0
212 585 55 94
http://www.safameyhanesi.com/