24 Temmuz 2014 Perşembe

Koço Restaurant

Koço'nun Senelerdir Değişmeyen Kapısı

Tıpkı benim gibi hem İstanbul'a aşık, hem de düşman, çok sevdiğim bir tanıdığım "Eskiden beri varlığını sürdüren, artık klasikleşmiş, bizi biz yapan mekanların yaşamasının önemi"ni vurguladı geçen gün. Ben de ona can-ı gönülden hak verdim, zira son senelerde, yaşadığımız kentin bu harikulade "dönüşüm" sürecinde tüm değerlerini kaybetmesi, hepimizin içini yakıyor, bizleri korkunç bir karamsarlığa sürüklüyor. Profiterolcüden sinemaya, korse dükkanından çay bahçesine kadar çeşit çeşit mekanın "modern" zamanların biçerdöverine kurban edilmesi, şüphesiz tarihsiz bir toplum olmaya doğru itiyor bizi. Geçmişini silmeyi seven bir ülkeyiz. Belki böyle daha rahat ediyoruz. Belki sadece aptallıktan yapıyoruz bunu. Belki de rant alanlarının aslında düşündüğümüzden az olması sebebiyle yok edip baştan yapıyoruz. O koşa koşa gittiğimiz gavur memleketlerinden bizi ayıran en büyük özellik, adamların tarihleri ve geçmişleriyle barışık ve bu konuda ölümüne korumacı davranmaları. Yüz sene önce Freud'un kahve içtiği yerde ben de içebiliyorsam, bu bana kendimi iyi hissettiriyor Viyana'ya gittiğimde. Ne yazık ki memleketimiz bu mecrada yürekleri paralayacak kadar "tırt" bir görüntü sergiliyor.

Pekiii, tarihi, geleneksel ve nostaljik olduğu için her türlü kalitesizliğe tahammül etmek zorunda mıyız? Bu da madalyonun pek sorgulanmayan, ama bana kalırsa hayli önemli olan öteki yüzü. Sözgelimi, son senelerinde -ki uzunca bir dönemden bahsediyorum- Rejans insanın dayanma sınırını zorlayan, handiyse bitik bir işletmeydi. Yemek kalitesi iyiden iyiye bozulmuştu; en klasik yiyecekler bile tatsızdı, her şey gecikiyordu, iyi pişmemiş oluyordu, servis özensizdi. Ardı arkası kesilmeyen aksamaları şaklabanlık yaparak perdelemek isteyen garsonların palyaçoluğu insanın öfkesini hepten ayağa kaldırıyordu. Bu kadar önemli, yemeklerinden dekorasyonuna kadar içinden tarih akan, ayrıcalıklı bir mekanın kendini o duruma sokması beni inanılmaz üzmüştü. Pek çok kişi, bu özensizliğin, lokantanın kapanma sürecini yaşadığı için ortaya çıktığını söylemişti o dönemlerde, ama benim anlattığım gerçekten kapanmasından çok çok önceye rastgeliyor sevgili okurlar. Kısacası bunun kabul edilebilir bir yanı yoktu benim nezdimde.

Sözkonusu lokantalar olduğunda da, tarihsel değerlerimizi içeren "iki arada bir derede" kalmış bir felsefem var ne yazık ki. Eskiyi, klasik olanı, yüz senedir bir konuda başarılı olup da bunu hala sürdürebileni her daim  çok takdir ediyorum. Lakin ortalamanın altına düşen bir lokantaya da, salt eski olduğu için tahammül etmem olanaklı değil.

Gelelim yazının konusu olan Koço'ya... Kadıköy bizim öz be öz memleketimiz de olsa, Moda'lı değil, Kalamışlı'yız doğma büyüme. Yani Moda semtinde oturmaktan değil, oraya uzaktan, karşı koydan bakmaktan hoşlanan o diğer güruhtanız. Dolasıyla Koço sözkonusu olduğu zaman, gerçek bir Moda'lının hissedeceklerini bendeniz asla hissedemem; bunu baştan belirteyim. Amma ve lakin, dedemin, babamın ve benim gittiğimiz, bilmem kaç kuşağa hizmet vermiş, simge haline gelmiş, Dersaadet'in en prestiji yerlerinden birine konuşlanmış bu devasa çınar hakkında iki kelam edebilecek kadar da hak görüyorum kendimde. Bu yazıyı da en son ziyaretimden sonra, bu hakka istinaden yazmaya karar verdim. Gecikmiş bir yazıdır, kimse kusura bakmasın !

Koço İç Mekan
Koço'nun tarihine göz attığımızda Moda Vapur İskelesi’nin hemen yanında bulunan ayazmanın üzerinde bir bina bulunduğunu ve bu binanın 1934-35 yıllarında yıkıldığını öğreniyoruz. Yerine lokanta yapılmak üzere yeni bir yapı inşa edilirken ayazmanın  aynen korunduğunu ve 1950 yılında onarımdan geçtiğini de mekanın tarihçesi içinde notlarımıza yazıyoruz. Ayazmanın üstündeki bina, ilk olarak Konstantinos Koço Korontos tarafından ‘‘Moda Park Lokantası’’ adıyla bir kır kahvesi olarak hizmete açılmış. Bu arada lokantanın gerçek adı bugün de Moda Park Lokantası olarak geçse de, insanlar hala Koço olarak tanıyor, zira o zamanki sahibi ile meşhur olmuş. Konstantinos Koço Korontos ise Mühürdar’da da bir gazinosu olan, ününü bazı günlerde ücret almadan servis yapmasına borçlu olan renkli bir zatmış.

1954′teki ölümüne kadar Moda Park Lokantası’nın işletmesini sürdürmüş Koço Bey. Ölümünden sonra lokantayı, çalışanlarından Gökçeadalı Atanaş Cano ile Stelyo Mavro devralmış. 85 kişilik kapalı salona, 80 kişilik yarı açık bölüm daha eklenmiş ve bu şekilde, bahçeli bir lokantaya dönüşmüş Koço. Kapasitesi aşağı yukarı 250 kişiye çıkmış. Cano ve Mavro’nun da 1980′lere kadar işlettiği ama artık yaşlandıklarından (İkisi de 1994′te göçmüş bu dünyadan) servise yetişemedikleri lokantayı, 1985′ten bu yana, eski aşçılardan Şeref Yavuz, Hilmi Suna, Fahri Şeker ve Mustafa Yılmaz (Ö.1994) Varisleri işletiyor. Mal sahibi ise Osman Mırız ve Aldo Bey.

Bugün Moda'da yaşayan insanlara sorsanız, Koço'yu Moda tarihinin en önemli tanıklarıdan biri ya da semti semt yapan yapı taşlarından başlıcası olarak niteleyecektir. Kapalı salonun havası başkadır. Buraya kışın gelirsiniz. Azıcık köhne ve salaştır; ama esas onu güzel yapan da budur kanaatimce. İnsana kendini geçmişin içinde hissettirir. Güzelim Moda İskelesi'ne bakıp bir yudum rakı içmek gibisi yoktur burada. Açık kısmı ise iki bölümlüdür. Yarı-açık diye nitelendirebileceğimiz, çiçekli-böcekli olan ince uzun bir bölüm ve aşağısında, muazzam bir deniz manzarasına balıklama dalan enfes bir teras. Bu teras gayet derli toplu ve benim anavatanım olan Kalamış-Fenerbahçe yöresine bakan güzide bir yapıdır. Yaz günlerinde burada iki duble rakı içip hülyalara dalmak gibisi yoktur. Benim için Fenerbahçe'yi görebileceğim her yer, sorgusuz sualsiz "güzel" kategorisinde yer alır. 



Garsonları aksidir, suratsızdır, terstir Koço'nun. Hizmet sektöründe olduklarının bilincinden hayli uzak hareket ederler. Sanki size büyük bir lütuf yapıyormuş gibi davranan, hemen hepsi senelerini orada tüketmiş şahıslardır. ("Emektar" diyecektim, ama çok olumlu bir hava yaratır diye düşündüğümden geri çektim) Ben Ankara'daki Kalbur da dahil olmak üzere, bazı mekan sahiplerinin sert olmasına ses çıkaran, bundan rahatsızlık duyan birisi değilim, lakin bu davranış tarzı kuvvetli bir özelliğinize güvenerek ortaya çıkmalı diye düşünüyorum. Yani olağanüstü yemekleriniz varsa sözgelimi, belki biraz esprili huysuzluk yapmanıza tolerans gösterilebilir. Ama ne yazık ki Koço, bu konuda sınıfta kalmaya mahkum bir işletmedir. Senelerdir, kötü servisin yanında, insanı pek de etkilemeyen yemekler sunmaktadır. Patlıcan salatası, her yerde yiyebileceğiniz türden bir mezedir. Ahtapot salatası vasattır. Beyin, çiroz, fasülye pilakisi etkileyici olmaktan uzaktır. Çok övülen ciğeri standartın pek de üzerinde değildir. Kalamarı da insanı şaşırtmaz Koço'nun. Balık yediğinizde, mevsim balıkları neyse, her yerde yediğiniz türden ana yemeklerin tadına bakarsınız. Suflesi iyidir, -ona sözüm yok-, lakin Koço gibi bir yere suflesi için gitmek de abesle iştigaldir bana kalırsa.

Peki neden gitmeli Koço'ya? Servisin kötü, yemeklerin vasat olduğu bir yerde neden bulunmalı insanoğlu? Salt o muazzam manzarasının şerefine mi? Yoksa 50 senelik mazisinin hatırına mı? Kalitesi düşmüş bir işletme, sırf tarihi olduğu için destek bulmalı mı? Zor sorular bunlar sevgili okurlar. İtiraf etmeliyim, Rejans için hissettiklerimi Koço için hissetmiyorum. Koço çok daha iyi bir noktada bana kalırsa. Fakat biraz daha özen, azıcık daha tazelenme, bir nebze de olda dinamizm katılsa iyi olmaz mı bu asırlık çınara? Bana kalırsa temel problem, Türk insanının hep daha azına razı olmasından ya da derin kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Şirazesi kaymış bir toplumuz nice zamandır. Bize ne verilirse onu alıyoruz. Ümraniye'de Rasim Bingöl adında bir lokanta var. Gittiğinizde, kapıdaki karşılama merasimi, garsonların tavrı, servisin güleryüzü ve çalışanların insanüstü dinamizmi ile  size öyle davranıyorlar ki, kendinizi Brunei Sultanı sanıyorsunuz. Ama yemekler üçüncü sınıf burada. Mekan sıkıcı, lokasyon, "Ümraniye kırsalı"nın göbeğinde zaten. Gelen insanlar ise abartılı bir üslupla ağırlanmaktan son derece memnun. Koço'da ise lokasyon muhteşem gerçekten, İstanbul'un en güzel koyuna tünemiş, diğer bir en güzel koyuna bakıyor; tarihçesi ise size önünüzü ilikletecek cinsten. Ama servis çok kötü, yemekler vasat. Fakat müşteriler baktıkları bu manzaradan memnun. Zaten yeterince rakı içince diğer her şey unutuluyor galiba.

"Ey Türk Haklı! Silkin ve kendine gel! 
Beğenilerini ve beklentilerini biraz olsun yükselt! Vasatlıktan kop biraz." diye bağırmak istiyorum. Ama yapamıyorum.

Herkese iyi (eğer böyle bir şey mümkünse) bayramlar dileyerek yazımı burada noktalıyorum.

Sağlıcakla...

Moda Park Lokantası
Moda Caddesi No: 171 KADIKÖY / İSTANBUL
TEL : 0216 336 07 95  fAX: 0216 337 70 44

11 Haziran 2014 Çarşamba

Gaspar Karaköy

Kendimi iyi hissetmek istediğimde emektar Karaköy vapurunda alırım soluğu. Şirket-i Hayriye vapurlarının, kendimi bildim bileli sağaltıcı bir etkisi vardır üzerimde. Beyaz köpüklerin, martıların, korsan işportacıların, gazetelerine gömülmüş dertli insanların, çay satan vapur görevlilerinin yarattığı klasik bulamaç bana her daim iyi gelir. İşte bu devasa teknelere her binişimde, vapur yolculuklarıyla lise senelerinden beri haşır neşir olmuş bir şahsiyet olarak geçmişi anımsarım. Aslında pek de sempatik bir geçmiş değildir zihnimde kendini tekrarlayan. O yıllarda tıpkı Bakırköy’ün akıl hastanesiyle birlikte anılması gibi, Karaköy’ün de “kerhane” anlamına geldiğini düşünürüm. İnsanlar “Seni Bakırköy’e yatırmak lazım,” dedikleri zaman, burada kastedilen Mazhar Osman’dır seksenli yıllarda. Aynı şekilde, “Geçen gün Karaköy’e uğradık!” gibi bir cümle kurulduğunda, hayat kadınlarıyla yapılan bir teşvik-i mesaiden söz edilmektedir bariz bir şekilde. Fenerbahçe’den kalkıp bindiğim FB1 otobüsünü, o otobüsü dolduran öğrenci-emekli-asker kalabalığını, Kadıköy’de uyku mahmuru bir halde bindiğim Karaköy vapurunu, altgeçidi, ziraat bonmarşelerini, “Amor” satıcılarını, Bankalar Caddesi’nin korkutucu binalarını, Kamondo merdivenlerinin garip ve hüzünlü simetrisini anımsarım. Bu melankoliye rağmen büyük bir haz kaplar içimi, Kız Kulesi’ni sağımda, Aya Sofya’yı solumda gördüğümde kendimi güvende hissederim. Karaköy İskelesini, Galata Kulesi’ni ve Doğan Apartmanı’nın heybetli dikilişini kerteriz aldığımda ise doruğa ulaşır bu maceradan aldığım keyif. Vapur işte böyle bir şeydir.

Güzel ve güneşli bir günde yine vapura atlıyorum. Her güzel ve güneşli günde yaptığım gibi “açık”ta oturarak bir yandan insanlara, öte yandan kentin eşşiz manzaralarına bakıyorum. Bu şehirden insanları çıkarsanız, aslında dünyanın en güzel yeri, bana kalırsa. Arada sırada elimde tuttuğum dekorasyon dergisini karıştırarak zaman öldürüyorum. İstikamet Karaköy ! Daha ayrıntılı ifade etmem gerekirse Gaspar adlı mekana ufak bir yolculuk yapacağım. Dekorasyon dergisi ise şahane. Oynadığı korkunç diziden bölüm başına küçük birer servet indiren kadın oyuncu, sekiz odalı mütevazi evinin salonunda, altı kişilik koltuğunun üzerine uzanmış gevrek gevrek sırıtıyor. Ayakları çıplak ve kırmızı ojeli. (neden?) Bu sığınağı tamamen kendi zevkine göre döşediğini, “eklektik” bir dekorasyon anlayışı olduğunu anlatıyor kadın. Sonraki evde, İstanbul’un azıcık dışındaki malikanesinde, kocası ve iki çocuğu ile mutlu bir hayat süren başka bir kadının öyküsü göze çarpmakta. Kadın bir “elf” kadar güzel, evinin açık  kapsının önünde kısacık tek parça elbisesi ile çıplak ayakla duruyor. Ayakları kırmızı ojeli. (neden abi?) Çocuk doğurup ev kadınına dönüşmüş pek çok beyaz modern zaman annesi gibi, bebek bakımı, dengeli diyet, pilates gibi ulvi konularla ilgilenmiş ve sonunda bebek beslenmesi üzerine hayli başarılı bir kitap yazmış. Bu büyük uzmanlığını da dekorasyon dergisinin şanslı okurları ile paylaşmaya karar vermiş. Her odası ayrı bir ev büyüklüğünde olan malikanesinin sayısız fotoğraflarından hiçbirinde kocası görünmüyor. (Kel, fodul ve aşırı zengin bir Anadolu kaplanı düşleyelim bu durumda!) Bir sonraki evde, yoga eğitmeni bir adam ile üçüncü sınıf bir halkla ilişkiler uzmanını (her ikisi de yirmibeş yaşında bile yok) Kemerburgaz’daki evlerinde, yirmibin Avroluk kanepelerinin üzerinde beşlik simit gibi sırıtırken görüyoruz. Paranın kaynağı yine belirsiz. Tüm bu harika evlerin ortak noktası ise ortada ne adam gibi bir kitap, ne de adam gibi kitaplık olması. Salonları süsleyen devasa orta sehpaların üzerinde yatan “Art History”, “Interior Design” gibi biblo mahiyetinde alınmış kitapları saymazsak tabii.

Midem okuduklarımdan ötürü ufaktan bulanmaya başlarken, nihayet Karaköy İskelesi’ne yanaşıyoruz. İskeleden sağa kıvırıp ağır adımlarla Güllüoğlu’nun üzerindeki kat otoparkının oraya doğru seğirtiyorum. Saint Benoit Lisesi’ni gördükten sonra tekrar sağ yapıyor ve azıcık daha yürüyorum. Gaspar, hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir sokakta, tahmin etmediğim eski bir binada karşıma çıkıyor. Öncelikle şunu söylemem lazım, yemeklerden, servisten ve diğer tüm konulardan bağımsız, Gaspar’ın binası muazzam. İçeri girmeden önce büyülenmiş bir şekilde bu yapıyı inceliyorum. Bu lokanta, Münferit’in sahibi Ferit Sarper’e ait. Bu durum bende hafif önyargı yaratsa da, uzun zamandır bahsi geçen bu işletmeyi ziyaret etmek istiyorum. (Bu parantezi Münferit’in temsil ettiği “modern meyhane” akımına karşı olduğum için açtım sevgili okurlar. Benim nezdimde, bir Fransız lokantası edasıyla döşenmiş ve servis veren meyhane kabul edilebilir bir fikir değil. İsterseniz bana eski kafalı deyin. Sevgilinizle dizdize, dudak dudağa, mum ışığında rakı içeceğiniz bir yer meyhane olamaz. Ayrıca Beylerbeyi rakı dışında rakı bulunmaması da önemli bir problem bana kalırsa.) Her neyse, Gaspar’ı Münferit’ten bağımsız ele alma konusunda kendime söz vererek içeri dalıyorum. Mekan hayli popüler ve “celebrity” mıknatısı bir işletme olduğu için, burayı ziyaret edeceksiniz, muhakkak rezervasyon yaptırın. Ben yaptırdığım için gerine gerine yerime oturuyorum. Kapıda vale servisi mevcut, arabanızla gelebilirsiniz arzu ederseniz. Dekorasyon ise, modern, gözü asla yormayan bir yapıda. Duvarın oyuklarına yerleştirilmiş şişelerden oluşan görüntü, her zaman olduğu gibi, burada da çok hoşuma gidiyor. Işıklandırma ise hafif loş ve bir mahzende bulunuyormuş duygusu yaratıyor insanda. Geniş, upuzun bar ise, mekanın belli bir saatten sonra “pre-club” kimliğine büründüğün habercisi gibi dikiliyor karşımda. Yeni Karaköy’ün hareketli gece hayatının önemli noktalarından birinde olduğumun ayırdığına varıyorum masamda oturmuş etrafı incelerken.

Burası iş dünyasının sıkça takıldığı, işadamlarının yabancı misafirlerini getirdiği bir mekan izlenimi yaratıyor bende. Servis gerçeten iyi, garsonlar güleryüzlü ve beklenmedik şekilde esprili. Bu durum, lokantanın ağır ve loş havasıyla biraz çelişse de, açık konuşmak gerekirse benim çok hoşuma gidiyor. Yemek öncesi hafif kokteyl ve çerezlerle biraz zaman öldürüyorum. Pek çok lokantada bekleme safhasında, ekmek banabileceğiniz minik zeytinyağı tabakları getirirler. Bazen bunun içinde zeytin ezmesi, zaman zaman da kurutulmuş domates gibi eklemeler olur. Burada zeytinyağlı, pancar ezmeli, keçi peynirli bir karışım getiriyorlar. Tüm yemekler bir yana, sevgili dostlar, ben bu olağanüstü lezzete hayran kaldım diyebilirim. Eritme keçi peyniri gayet kuvvetli ve pancar ezmesi ile oluşturduğu bulamaç ekmeğe sürüldüğünde harika bir lezzet patlaması yaratıyor. Bu iştah açıcıdan masaya dört defa servis yapmak zorunda kaldıklarını utanarak belirtmem gerekiyor.

Başlangıç olarak, yerelması çorbası, enginar, et tartar, ızgara ahtapot, orkinos tartar, zargana dolması, istakoz kuyruğu, az kurutulmuş bonfile, dana karın salatası, ördek konfi salatası sunuyorlar. Bendeniz, et tartar ve az kurutulmuş bonfilenin tadına bakıyorum. Tartarın yanında tarhunlu cips ve kuşkonmaz turşusu da getiriyorlar. Yerken kendimden geçiyorum desem yeridir. Bu tartarı hem ekmeğe sürerek kibarca, hemde kaşıklayarak barbarca mideye indiriyorum. Çok lezzetli. Bir tek üzerinde bıldırcın yumurtası eksik, o kadar esksik kadı kızında da olur. (“Ayy ben çiğ et yemem yaağğne” diye hökürüp çiğköfteleri mideye indiren yurdum insanına duyrulur) Az kurutulmuş dana eti ise güzel olmakla beraber, pek de yıldız sayılmayacak bir başlangıç.

Ana yemek olarak servis edilen dana yanak, kuzu incik ravioli, antrikot, kalkan buğulama, noodle, ısırganotlu gnocchi, cavatelli, sığır kuyruğu gibi yemeklerden ise, dana yanağı ve cavatelli deneme fırsatım oluyor. Dana yanağı gerçekten çok lezzetli, ağır ağır pişirilmiş, yumuşacık bir et. Yanında yosun ve wasabili püre ile servis ediliyor. Adına kanmayın, püre yenebilecek acılıkta ve bana kalırsa etle çok yakışıyor. Cavattelli ise dengeli bir bolonez sosla servis ediliyor, ama bu lokantaya geldiğim zaman ilk tercihim olmaz (yine açık konuşmak gerekirse). Bir daha gidersem de sığır kuyruğu ya da ısırganotlu gnocchi yiyeceğime dair kendime söz veriyorum.

Tatlılardan ise karabiberli (!) çikolata mus ve limon kreması, armut ve süt köpüğünden oluşan bir karışım deniyorum. Çikolata mus gerçekten çok lezzetli. Asla insanın içini bayıltmıyor ve biberin tezat oluşturan varlığı ile şaşırtıcı bir birliktelik sunuyor. Diğer karışım ise insanın içini açan, ferahlık veren, yağlı ve tuzlu yemeklerin tadını insanın ağzından süpüren cinsten bir afet. Şiddetle tavsiye ederim.

Mekanın alt katında oturmuş kahvemi yudumlarken düşünüyorum: “Neler oldu bu Karaköy’e? Ve ben neredeydim bütün bunlar olurken?” Unutmadan, bir de asma katı var mekanın. Talihsiz bir kalabalık da orada oturuyor, zira bence alt kat daha hoş bir mekan.

Gaspar’ı gerçekten beğendiğimi geçiyorum aklımdan. Mutlaka tekrar geleceğim.

GASPAR
Müeyyedzade Mahallesi, Necatibey Caddesi,
Arapoğlan Sokak, No 6, Beyoğlu, İstanbul
0 212 293 66 60







22 Mayıs 2014 Perşembe

Can Oba Restaurant

Üzerime atılan ölü toprağına dokunuyorum. Yorgunum. Pek sevdiğim, kendimi bildim bileli dünyamdaki tüm siyah boşlukları dolduran ve teklifsizce her yanı farklı renklere boyayan sihirli kelimelerin, beni arkalarına bakmadan terk ettiklerinden endişeleniyorum bir süredir. Sadık dostlarım sözcükler! Nice zamandır, ne kadar istersem isteyeyim, ne denli gayretkeş bir edayla Mac'imin başına geçersem geçeyim, ne büyük bir çabayla dikkatimi toplamak için çabalarsam çabalayayım elim klavyeye gitmiyor, tek kelime çıkmıyor. Eskiden bir tatlı su kaynağından süzülen serin sular gibi ağır ağır dimağımdan fışkıran ve ete kemiğe bürünen cümlelerin yerinde yeller esiyor artık. Çok yorgunum... Tutunmak istediğim tüm dalların birer birer kırılmasından, aklımın, zihnimin, benliğimin, ruh namına ne kaldıysa içimde, hepsinin, her şeyin yerle yeksan olmasından başka anlatabileceğim bir ayrıntı yok.  Boşluğu anlatabilmek isterdim size. Tuzla buz olmanın tasvirini fısıldamayı arzu ederdim kulaklarınıza. Kafama inmesine ramak kalan tırtıklı balyozun aslında tek kurtarıcım olduğunu anlatan methiyeler düzmenin hayalini kurardım gücüm olsaydı. Düş kurmaya bile takatım yok artık. Sessizlik. Münzevi bir lacivertin içinde hapsolmuş debeleniyorum. İnsan olmanın yanlış bir yanı var. Bunu kabullenmem zaman almış olsa da, artık biliyorum. Oysa Matrix'te böğürmüştü Ajan Smith, "kendi çevresini değiştiren tek varlık insandır," diye. Bunalıyorum. Siyasi ve sosyal mesajlar vermeden kendi bunalımımı yaşamama izin verin dostlar. Kendi içimde halledeyim ben bunu. Bu dünyada, bu ülkede, bu şehirde yaşamanın yüküyle kendim savaşayım. Ülkede son yaşananlardan sonra, memleketin dört bir yanından gelen tuhaf tepkilere, ülkeyi yönetenlere, onlar tarafından mazoşist bir keyifle yönetilenlere, sosyal medyanın kokuşmuş bataklığına şöyle bir baktıktan sonra aklımda hep aynı soru var: "Bunlar insan ise, ben neyim?" Başka bir tür olmalıyım. Yoksa yaşayamam, kabul edemem bunu. Onlar insan ise, ben başka bir şeyim. Yok eğer ben insan isem, onlar başka bir tür. Bu mantıkla kendimi rahatlatabilirim. Nasıl aslandan korkuyor, köpekbalığından kaçıyorsam, onlardan da uzak durmayı öğrenirim. Birbirlerini öldürmelerini, çevrelerini değiştirmelerini, savaşmalarını, yok etmelerini uzaktan seyrederim. İktidarı, muhalefeti, dincisi, solcusu, ortayolcusu ile oynadıkları ortaoyununa sırtımı döner, sokaklarda dolaşırım kendi kendime. Elimden gelen başka hiçbir şey yok. Tek avuntum var şimdi: Ürkek de olsa yazıyorum artık.

Şimdi -nedendir bilinmez- bana geri dönen kargacık burgacık kelimelerim, ağır aksak adımlarım ve karanlıktan titreyen cılız bir mum ışığı misali, sadece kendi dibini aydınlatan belleğimle Sirkeci'nin arka sokaklarında dolaşıyorum. Süklüm püklüm inceliyorum etrafımı saran etten duvarın sinsi çatlaklarını. Düyun-u Umumiye'nin kurşuni bir sisin ardından üzerime gelen silüeti var uzak bir yerlerde. Aldırmıyorum. Kesif kokoreç rayihasının rehberliğiyle Büyük Postane'nin devasa varlığını kucaklıyorum ardından. Aklımı dağıtmanın, uzaklaşmanın, sevme ve yaşama ihtimalimin olduğunu düşünmenin tek yolu kentin yemek kokularını takip etmek belki de. Mısır Çarşısından gelen baharat kokularının, hemen yanından gelen kuş yemi ve pestisit karışımının, Haliç'ten burnuma çalınan yosun, bok ve balık harmanı bileşimin etkisinden kendimi sıyırıp mis gibi kokoreç kokusu ile dolduruyorum ciğerlerimin her bir köşesini. Kentin en iyi kokoreçi burada, bilen biliyor, ben de biliyorum, ama midemi doldurmamalıyım onunla. Her yönden akan insan kalabalığı kendi derdindeymiş gibi geliyor. Bir "Memleketimden İnsan Manzaraları" yazamayacağımı adım gibi biliyorum. Olsun. Bu durum, insanlara bakmama engel değil. Sirkeci çevresi İstanbul'un atardamarı sanki; buradan pis ve eskimiş bir kan pompalanıyor sokaklara. Yaşam ve insanlar akıyor. Öyküler ve sıkıntılar akıyor. Ölümler, aldatışlar, yalanlar, kurnazlıklar, hüzünler, öfkeler, yalnızlıklar, dertler, çığlıklar, gözyaşları, kaçışlar, bunalımlar, küfürler akıyor. Geçim derdi, hastalık derdi, memleket derdi, ezilmişlerin derdi akıyor. Hava günlük güneşlikken bu kadar hüzünlü görünen bir şehir gördünüz mü siz hiç? Ben gördüm... Sağımda Büyük Postane, hiç istikametimi bozmadan dörtnala ilerliyorum. Karşı sokağa hiç girmemiş olabilirim. Hafif sağa kıvırıp hemen karşıya geçiyorum. Buranın adı Hocapaşa Mahallesi, Hocapaşa Sokak. Omuz omuza vermiş derme çatma lokantaların arasından ben de akıyorum şimdi. Önünde durduğum Can Oba Restaurant'a dalıveriyorum hemen.

Kaç masa var bilmiyorum, yedi sekiz belki. Küçük mü küçük, kesinlikle en ufak estetik bir dokunuşu olmayan, iyi bir kaşarlı tost yiyebileceğiniz izlenimini veren sıradan bir lokantadayım. Soğutma dolabı oturduğum masanın yanıbaşında duruyor, içinde su, diet kola gibi içecekler ve bunların yanında, dolabın geri kalanıyla çelişen özel peynirler, soslar ve adını bile bilmediğim bazı karışımlar mevcut. İşte bu korkutucu! Neredeyim ben? Neden? Masaya kurulmuş tedirgin bekliyorum. İçeri uzun boylu, renkli gözlü, pek de Türk'e benzemeyen bir adam giriyor rüzgar hızıyla. "Merhaba Ben Can Oba," diyor. (Şimdi bu satırları yazarken düşünüyorum: Bu şekilde yazmak yerine, "Sevgili Can Oba bizi çok iyi karşıladı" gibisinden, diğer kalemşörlerin yaptığı şekilde, senelerdir tanıdığım bir askerlik arkadaşımdan bahseder gibi mi yazsaydım diye. Ama tanımıyorum ki adamı. Siktiret dostum.) Derme çatma, büfeden bozma, tüm süratiyle akan insan selinin göbeğinde konuşlanmış bu tuhaf lokantada Can Oba'yı dinliyorum. Gavur terbiyesi aldığı her halinden belli olsa da, Türk kanının verdiği küçük patlama ve bize özgü esprilerle neler yiyebileceğimizi sayıyor bir bir. "Burada menü yok," diyor, "Yemekleri ben anlatıyorum". Gerçekten de yemekleri birer birer, öykü sunar gibi masaya döküyor," Bugün elimde bu var, şunu yaptım, şöyle bir somon kullandım, pastırmayı şu şekilde sardım" gibisinden bir tasvir sürecine girişiyor. Büyüleniyorum. Yemek tarifi çok dinledim, lokantaların ve lokantaları işleten insanların öykülerini de, ama bir menünün bu şekilde anlatılması ile ilk kez karşılaşıyorum. Sayılan yemekler -ki birazdan hepsini anlatmaya çabalayacağım- beklenmedik bir "Müslüman mahallesinde salyangoz satma" çelişkisini fısıldıyor kulaklarıma. Etrafta dolaşan insanlara, yandaki Balkan Lokantası'nda sıra bekleyen güruha, kebapçılara, arkaya sıkışmış caminin sıkıntılı gövdesine bakarken, insana tüm bu hengamenin ortasında bir "fine dining" adacığı inşa ettiren taşşaklı (evet iki "ş" ile) motivasyonun esvab-ı mucibesini merak etmekten kendimi alamıyorum. Dünyada yılın şefi olarak seçilen Michelin yıldız’lı Alfons Schuhbeck’in mutfağında uzun yıllar eğitim görüp çalıştıktan sonra üç yıl süre ile 'Schuhbeck’s Inn' restoranında mutfak şefi olarak görev yapan ve sıkı durun, 'Schuhbeck’s Inn' ile Almanya Hessen eyaletinin en iyi mutfağı ödülünü alan Can Oba'nın özgeçmişine hayran olmamak elde değil. (Wikipedia gurmelerine selam olsun buradan, ne kolaymış bir şeyi "google" yapıp biliyormuş gibi anlatmak). Ben otururken, birçok kişiyi kapıdan çeviriyorlar, mekana rezervasyonsuz girmek mümkün değil çünkü. Geceleri üç ay sonrasına kadar dolu, öğlenleri ise fena değil. Gün içinde saat üç ile altı arasında giderseniz rezervasyon olmadan yer bulabilirsiniz. Resmen yalvaranlar görüyorum kapıda, bu tarz bana çok tuhaf geliyor, ama çok tercih edilen bir lokantaya rezervasyon yaptırmadan gelip kapıda yalvaran zihiyetin acı çekmesi de hoşuma gidiyor. Keyifle izliyorum.

Benim gibi çorbaperver adamlar için biçilmiş kaftan bu lokanta, zira Can Oba, üç çeşit akıllara zarar çorba servis ederek aklınızı başınızdan alabilme yeteneğine sahip. Birincisi "balık çorbası" ismini taşıyan güzide "çalışma". Şefin söylediğine bakılırsa Bouillabaisse adlıyla bildiğimiz, gayet yakından tanıdığımız ve pek sevdiğimiz Fransız yemeği aslında bu. İçinde pişmiş balık, kabuklu deniz hayvanı ve sebze çeşitleri bulunan bir çorba kendisi. En son, Berlin'deki KaDeWe'nin tepesinde yer alan gurme katında yemiş, fena halde keyif almıştım. İkincisi mısır çobası denen bir afet. İçinde aslanlar gibi bir jumbo karides ve birkaç parça nachos ile servis ediliyor. Üstad, "imkan olsa nachos'u kendim yapardım, ama satın alıyorum," diye itiraf ediyor. Tadı enfes, terbiyesi ağızda eriyor, taze mısır tanelerini hafif hafif çiğneyerek mideye indirebiliyorsunuz. Üçüncüsü ise patates çorbası. Hiç de fena değil, üstelik içinde karamelize soğanlar ve bir dilim pastırma ile sunulması harika bir yaklaşım. Sürpriz olarak, pastırmanın içine sarılmış halde bir hurma tanesi çıkıveriyor karşınıza. Tatlımsı hurmanın, tuzlu pastırma ile hararetli öpüşmesinden hafif kakafonik bir patlama çıkmış olsa da, bana kalırsa bu çorbanın varlığı insanoğluna hayli lezzet dolu gastronomik bir ufuk açıyor. Hepsi şahane, hepsi denemeye değer çorbaların.

Pastırmalı Hurmalı Patates Çorbası
Jumbo Karidesli Nachos'lu Mısır Çorbası 
Sonra isterseniz ara sıcak, isterseniz iştah açıcı deyin, ne isim verirseniz verin, iki muhteşem yaratık süslüyor masayı. Bunlardan birincisi tüm şanı ve şöhretiyle deniz tarağı. Bendeniz gavurların scallop dediği bir yavruları oldum olası pek sever, menüde varsa mutlaka sipariş eder, arkama yaslanıp büyük bir merakla beklerim. Can Oba menüyü ilan ederken, hiç düşünmeden deniz tarağı söylüyorum. Masaya gelen şaheser, ıspanak yatağında, istakoz sosuyla taçlandırılmış, turp filizleri ile sunulan bir sürpriz. Yerken, bir saygısızlık yapmamak için ellerim titreyerek, hiç ses çıkarmadan duruyorum. Bu yemeğe saygısızlık etmemek gerekir. Tarağın yumuşacık dokusu ağzımda dağılırken kadifemsi bir dokunuş yalayıp geçiyor bedenimi, ürperiyorum. Bunca saçmalığın arasında yaşadığımı hissediyorum işte. Sonra kuşkonmaz süzülüyor masanın tam orta yerine. Somon fümeye sarılmış, özel bir eritme peynirle kucaklaşmış, portakal dilimleriyle taçlandırılmış bir nefaset bu. Ağzıma bir parça kuşkonmaz, azıcık somon füme, biraz da o peynirden atıp, tadını betimlemekte bir hayli zorlanacağım mucizevi bir bulamaç vücuda getiriyorum. Yiyorum, öyleyse varım!

Ispanak Yatağında İstakoz Soslu Deniz Tarağı
Somona Sarılmış Kuşkonmaz
Ana yemek faslında cevizli ve ahtapotlu risottonun kollarına bırakıyorum kendimi. Bu yemeğin her santimetrekaresinin keyfine varmaya çabalıyorum. Tabaktaki farklı türden domatesler, risotto ile ne kertede uyumlu ise, pişirilmiş kirazlar o denli tezat teşkil ediyor. Gücünü karşıtlıktan alan bir lezzet infilakına sahne oluyor Sirkeci semaları. Ahtapot kendi öyküsünü anlatıyor, lokum gibi mübarek. Ceviz ve pirinç karışımında sihirli, adını şu an bile koyamamış olduğum bir fısıltı var. Sanki hiç anlatılmamış bir hikayenin mahçup anlatıcısı gibi sofradan bana bakıyor. Bakışıyoruz. Diğer ana yemeğin, vejateryan lazanyasının dolgun, tatminkar ve savaşçı ruhu bile etkilemiyor beni. Sevmek istiyorum. Bana bu kadar sıcak bir kucaklayışla kollarını açan bir risottonun yanılıyor olması imkansız. Yaşamak istiyorum. Dünyada böyle yemeklerin varolduğunu bildikçe, gidip onları keşfetmek ve başkalarına anlatmak gerektiğini biliyorum. Mucizeleri bekliyorum. Bu ahtapotun varlığı bana iyi birşeyler olacağının habercisi gibi geliyor. İyi ve huzurlu bir geleceğin. İyi ve sakin bir dünyanın. İyi ve mutlu bir Alp'in...

Vejateryan Lazanya

Ahtapotlu Cevizli Risotto
Ve bunların üzerine bir de peynir pastası... Altında krokan ve ceviz, yanında karamel sos ile servis edilen, insanı kendinden geçirmeye namzet bir tatlı. Gözlerimi kapıyorum, Sirkecinin aceleci hayatına sırtımı dönüyorum. Bütün koşuşturmalara, mücadelelere, mecburiyetlere, sorumluluklara, buhranlara, angaryalara, kavgalara, rekabetlere, kırgınlıklara sırtımı çeviriyorum. Yok sayıyorum varolan her şeyi ve bu pastanın kendini tanıtmasına, beni ele geçirmesine, yok etmesine ve yeniden tanımlamasına izin veriyorum. Bir başyapıttan çok uzun bahsedilmez, onu yaşamak gerekir sevgili dostlar.

Krokanlı Cevizli Karamel Soslu Peynir Pastası
Sonra kalkıp gidiyorum. İçimde yazabilmenin coşkusu, ağzımda inanılmaz bir lezzet valsi, beynimde de hayatım boyunca ilk defa Müslüman mahallesinde salyangoz satan birinin başarılı olduğunu görmenin yarattığı tarifsiz hazla... Kalkıp gidiyorum...

Ama bazen gidersiniz ve kalbiniz bir yerde kalır ya. İşte öyle gidiyorum.

Can Oba Restaurant
Hoca Paşa Mh., Hocapaşa Hamamı Sk 
No:10, 34112 Sirkeci/Istanbul
Tel: 0 212 522 1215


12 Mayıs 2014 Pazartesi

Fincan - Burgazada

19. yüzyılda İstanbul’a gelen zamane gezginleri, tahmin edersiniz ki deniz yolunu kullanmışlar, bindikleri devasa yelkenliler ile Akdeniz limanları üzeriden salına salına Dersaadet’e gelmişler, İstanbul denen heybetli canavarın Üsküdar, Sarayburnu, Pera üçgeni arasındayken camilerin kurşuni kubbelerini, kiliselerin kulelerini, alt alta üst üste ahşap evlerin havasız üslubunu görüp hayret etmişler, nereye bakacaklarını şaşırmışlar, bir süre nefeslerini tutmuşlar, ardından, gemileri yanaşıp da şehre adım atınca, sokakları dolduran Türkler, Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Ruslar, Fransızlar ve  Afrikalılar’ın yarattığı renk cümbüşü içinde kendilerinden geçmişler, kimileri büyük bir hayranlık duyarken, bazıları bu kaotik düzenin içinde boğulur gibi hissetmiş, ama neticede Nerval, Gautier, Lamartin, Amicis, hangisi olursa olsun, hayatlarında hiç görmedikleri bir şeyle karşılaştıklarını ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bunların içinde, kentimiz hakkındaki en çarpıcı cümleler, bana kalırsa, Edmondo De Amicis’e aittir. Amicis şöyle der: “İstanbul Babil’dir, bir âlemdir, kâinatın yaratılmadan önceki karışıklığıdır. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Berbattır. Hoşunuza gider mi? Sarhoş eder. Orada yaşar mıydınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp yaşayamayacağını kim söyleyebilir?” Hayat boyu yaşadığım kenti böyle anlatamayacağımı düşünerek yaptım bu alıntıyı sevgili dostlar. Peki tüm bu gezginlerin, İstanbul’a girerken ilk gördükleri nedir: Tabii ki Prens Adaları! O senelerde İstanbul’un gerdanlığı gibi dizilmiş bu takımadaları gözdüğünüzde, şehre girmiş sayardınız kendinizi. O koca yelkenlilerin güvertesine kurulmuş gezginler de, Payitaht’ın yaklaşmakta olduğunu Prens Adaları’nı gördüklerinde anlayıp büyük bir mutluluk ve heyecan duymuşlardı. Peki bu kadar kuşaktır bu kentin yerlisi olan bendeniz neden bu denli uzaktım adalara? Kendime bu soruyu sorduğumda hep aynı cevabı veriyorum: Ailemde adada yaşama kültürü olmadığı için büyük olasılıkla. Annem Beykozlu, babam Paşabahçeli; onlar için deniz kenarı hep Boğaz kenarı anlamına gelmişti belki de. Ada uzak bir şeydi, bize yabancıydı, bizim bir parçamız olmadı hiçbir zaman. Belki sırf bu yüzden ben de bu kadar az gördüm, tanıdım, gezdim adaları. Kırk senelik İstanbul çocuğunun adaları geç yaşlarında keşfetmesi ayıp bana kalırsa, ama hala keşfedilecek bir şeyler olması da bana kendimi iyi hissettiriyor.

Adaların içinde son dönemde en sık ziyaret ettiğim Burgazada. Burayı gerçekten seviyorum. Belki nispeten daha az oturanı bulunduğu ve Büyükada’ya göre daha sakin olduğu için, ya da belki Kalpazankaya gibi, seneler içinde arkadaşların tekneleri ile yanaşıp yemek yemeyi adet edindiğimiz bir yere sahip olduğu için, ya da belki de salt bizim lisenin orada bir arazisi olmasından ötürü çocukluğumda ilk ziyaret ettiğim ada olduğu için. Tamamen kişisel nedenlerden ötürü kalbimde ayrı bir  yeri olan Burgaz’ın Kalpazankaya’daki enfes lokantasını daha önce burada anlatmaya çalıştım. Şimdi sıra, adanın öbür yakasında, iskele tarafında karşıma çıkan ve ziyaret etmekten büyük bir mutluluk duyduğum başka bir lokantasına geldi. Adı Fincan... İskeleden iner inmez karşınıza çıkan restaurant silsilesi içinde gözünüze çarpacaktır hemen. Ben ulaşım yolu olarak Mavi Marmara’yı tercih ediyorum Burgaz’a giderken. Mavi Marmara iskelesinden Fincan’a ulaşmak için sağa saparak elli metre kadar yürümeniz yeterli olacaktır. Mekan, Nisan ayının ortalarından itibaren her gün her saat açık. Kış ve ilkbahar dönemlerinde ise sadece haftasonlarında hizmet veriyor. Yanyana dizilmiş, balıkçı/meyhane işletmeleri içinde en küçüklerinden birisi diyebilirim. Ama çok şirin ve oturunca karşınıza Heybeliadayı alarak keyifle demlenebiliyorsunuz. Küçük tahta masaları ve mavi sandalyeleri de ayrı bir sıcaklık katmış Fincan’a. İnsanın hemen kurulup bir rakı yuvarlayası geliyor. Burada oturduğumda hem İstanbul’u görüp, yakında olduğunu bilip, hem de aynı zamanda bu kadar farklı bir atmosferde bulunduğumu fark ederek hayret ettim. Ücra bir sahil kasabasında, doğup büyüdüğüm yere çok uzaktaydım sanki. Oysa gerçekte sadece yarım saatlik bir mesafe vardı koca şehirle aramda.

Fincan’ın sahibi Rasim Sofuoğlu, 1986 senesinden beri hizmet veren lokantayı, Ermeni ve Rum usulü mezeleri eski tadıyla bulabileceğiniz, Burgazada'da denizin kıyısında iki büyük dükkanın arasına sıkışmış ufak ve şirin bir işletme olarak niteliyor. 40-50 kişilik dış mekan, 25-30 kişilik iç mekan kapasitesi ile hizmet veriyor. Rasim Sofuoğlu'nun dedesi adaya ilk yerleşenlerdenmiş, Rasim Bey de adada doğmuş, eski adayı yaşatmaya çalışanlardan biri olarak tanımlıyor kendini. Eşi Canan Hanım ise beslenme bölümü mezunu ve restoranın aşçılığını da üstlenmiş durumda. Ermeni usulü midye dolma ve Çerkes tavuğu Efe Rakının meze yarışmasında ödül almışlar. Bütün mezeler onun elinden çıkıyor. Gelip oturduğunuzda size bizzat hizmet ediyor, bol bol sohbet ediyor ve çok canayakın davranıyorlar. Özellikle Rasim Bey’in bitmeyen enerjisi ve espri yeteneği mekanın en önemli özelliği haline gelmiş durumda bana kalırsa. Orada bulunduğum sürede, bazı müdavimlerin sırf Rasim Bey ile sohbet etmek için ziyarete geldikleri hissine kapıldım desem yeridir.Yemekler çok çeşitli, ama benim size tavsiyem, akşamüstü, hava henüz kararmamış iken gidip otlu beyaz peynir eşliğinde bir duble rakı koymanız ve sessizce gelip geçene bakmanız. Sükunet ve huzur içinde, o peynirle rakının ağzınızın içinde halvet olmasına izin vererek dünyayı unutmanız. Kendinize ayırdığınız o birkaç dakika içinde yaşamın güzel bir şey olduğuna kanaat getirerek teknelerin önünüzden geçişini seyretmeniz. Sonra diğer mezeler, arasıcaklar ve balıklar şenlendirebilir masanızı. Neler mi var?

Otlu Penir, Zeytinyağlı Biber Dolma, Zeytinyağlı Çalı, Barbunya Pilaki, Şakşuka, Deniz Börülcesi, Deniz Fasulyesi, Kaya Koruğu, Semizotu Salatası, Patlıcan Salata, Selanik Patlıcan Salata, Pazı Salata, Fincan Meze, Çerkes Tavuğu, Girit Dolma, Balık Salata, Lakerda, Çiroz, Midye Dolma, Midyeli Pilav,  Soyalı Uskumru, Levrek Simit, Tarama, Midye Pilaki, Kalamar  Izgara,  Kalamar Tava, Tereyağı Karides, Karides Güveç ,Karides Cips, Susamlı Karides, Balık Gözleme, Balık Köfte, Somon Köfte,  Paçanga Böreği, Sigara Böreği, Kaşarlı Kroket, Kaşarlı Böreği, Patlıcan Tava, Kabak Tava, Peynir Sahanaki, Izgara Hellim Peyniri , Kızarmış Feta Peyniri... ve daha niceleri.

Bendeniz meyhanelerin mihenk taşı olduğuna inandığım patlıcan salatasından sipariş ettim, gayet lezzetliydi. Közün tadı damağımda kaldı. Yoğurtlu semizotu ve tarama söyledim, özellikle tarama gerçekten çok güzeldi. Benim için taramaların şahı Cavit’in yaptığıdır, bunu defalarca yazdım, yine de, burada mideye indirdiğim tarama, tam “eski usül” yapılmış, babaannemin evinde yaptığı türden, eski İstanbul mezesi tarzında, hafif kıvamlı, balığın varlığını insanın içinde hissettiren bir mezeydi. Somon rulosu içinde krem peynirli, sushivari bir meze geldi, ismini bilemediğim için tarif etmeye çabaladım. Gayet güzeldi. Soyalı uskumru, sigara böreği, kalamar tava, kabak tava ve paçanganın tadına baktıktan sonra kapanışı karides güveç ile yaptım.  Karides güveç tam şamadıralıktı. Sigara böreği ise son kertede hafif ve lezzetliydi. Gerçekte tıkabasa yememe karşın kendimi hiç rahatsız hissetmedim. Tüm saydığım yemeklerdeki malzemelerin taze olduğunu ve Canan Hanım’ın elinden çıktığını ayrıca vurgulamam gerekiyor. 

Fincan, bana kalırsa Kalpazankaya ile birlikte, yeme içme kültürü konusunda Burgazada’nın iki önemli değerinden birisi.  Sizde bir şehrin ezici keşmekeşinden kaçıp soluğu adada aldğınızda ziyaret etmelisiniz mutlaka. Geçici de olsa yenilenmiş ve huzurlu olarak döneceksiniz şehre.

Fincan Cafe Restaurant

Gezinti Caddesi No: 6

Burgazada İstanbul Turkey

Tel: 0216 381 13 50

GSM: 0533 958 75 23

GSM: 0532 512 68 21

6 Mayıs 2014 Salı

Karaköy Lokantası

 Bahar geldi artık. Havalar güzelleştiği ve ısındığı zamanlarda tüm enerjisini kaybeden bir insan olarak, bu sene ilkbahar-yaz dönemlerini iyi geçirmeye kararlıyım sevgili okurlar. Daha olumlu, enerjik, ne yaptığını bilen bir ruh hali içinde, kentin atardamarlarında fink atma konusunda yapmış olduğum güzide bir plan var, bunu yürürlüğe sokacağım izninizle. Biraz değişmeliyim, diye düşündüm bu sene tüm hızıyla geçerken. Burada zaman zaman saydırdığım hatta sövdüğüm kişisel gelişim meselesine yakınlık kazanmak, kaleyi içerden fethetmek, ya da belki önyargılarımı kırıp kendi haksızlığımı ispat etmek için "Ferrari'sini Satan Bilge"yi satın aldım geçen gün. Bu benim için önemli bir adımdı. Olumlu davranmak için çaba harcamak, dünyayı daha yaşanılır bir yer kılma konusunda insanlık için küçük, benim için büyük bir sıçramaydı. Lakin kitabı okurken, kafa yapımı değiştireceğini düşündüğüm en ufak bir bilgi kırıntısı bile bulamadım. Bulmayı bırakın, insanoğlunun Platon'dan beri bir adım bile yol kat edemediğini, hatta ciddi şekilde gerilediğini, yüzeyselleştiğini, acınacak hale geldiğini gördüm. Nefret ettim. Hemen Emrah Serbes'in uzun zamandır beklettiğim "Son Hafriyat" adlı kitabını bir solukta okuyup, Robin Sharma'nın saçmalıklarını süratle kafamdan sildim, rahatladım. Şimdi daha sakinim bu satırları çiziktirirken. Mutluluk, bana kalırsa insanın oturup hayal kurması ve meditasyon yapmasıyla, ya da kafasından olumlu düşünceler geçirmesiyle yakalayabileceği bir duygu durumu değil. Benim inancıma göre, dışarıdan bir "uyaran" olmak zorunda mutlu olmamız için. Yani "her şey kafamızın içinde" söylemine katılmıyorum. Beni gerçekten mutlu eden, rahatlatan ve yaşama pozitif yaklaşmamı sağlayan iki "şey" olduğunu biliyorum. 1- İyi bir kitap (kurgusal bir metin olmalı, tamamen hayal ürünü, insanı eğlendirmek için yazılmış...) 2- Dört başı mamur bir sofra, enfes bir yemek. Ben de üstüme düşeni yaptım son birkaç günde mutluluğu yakalamak için. Önce kitabı okudum hararetle. Behzat Ç. dizisini seyretmediğimi tahmin edersiniz. Romanı okumak hoşuma gitti ama. Bu bir sürpriz değildi, zira "Her Temas İz Bırakır"ı okumuş ve sevmiştim. Bunun üzerine bir de Karaköy Lokantası'nı ziyaret edince iyi bir moral yüklemesi gerçekleştirdim. Bu satırları yüzümde gülümsemeyi andıran ve nispeten mesut bir ifade ile yazıyorum.

Karaköy Lokantası günün farklı saatlerinde, farklı amaçlarla ziyaret edebileceğiniz bir lokanta. Öğle yemekleri için defalarca gittim buraya ben. Lakin bu yazının konusu, günün ortasında yaptığım ziyaretler değil. Bu yemeklerde, kendini modern bir esnaf lokantası gibi konumlayan ve bu yaklaşımda hayli başarılı olan bir işletme buldum her defasında karşımda. Zeytinyağlılarıyla, mis gibi tencere yemekleriyle, yumuşacık sütlü tatlılarıyla insana güzel ve hafif bir öğle yemeği deneyimi yaşatan bir mekandan bahsediyorum. Üniversite öğrencisi garsonlarıyla hizmet veren, daha çok Karaköy'de çalışan tayfanın uğradığı şık bir restaurant, eğer o bölgede hayatımı sürdürseydim sık sık ziyaret edeceğim bir sığınak.

Ben size gecesini anlatacağım bu lokantanın. Gece saatlerinde ilk gidişimde beklenmedik bir "Doctor Jekyll and Mr. Hyde" sendromu yaşadım Karaköy Lokantası'na, zira gündüzleri bizleri tencere yemekleriyle ağırlayan o mekan, yerini dört başı mamur bir meyhaneye bırakmıştı. Bu, bendeniz için alışılmadık bir durum, açıklamakta güçlük çektiğim bir metamorfozdu. Gece çok güzel aydınlatılmıştı lokanta, masalar bembeyaz örtülerle kaplanmış, duvarlardaki mavi fayanslar ışıl ışıldı.Tahta sandalyeler, yukarı kata çıkan dökme demir döner merdiven, yerlerdeki eski model karolar, insanın aklını alan meze vitrini ve beyaz gömlekli, siyah önlüklü garsonlar. Her masanın dolu olduğunu ve rezervasyon yapmadan gitmenin büyük bir hata olacağını özellikle belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum. İçerideki kabalık, dekorasyondaki detaycılık, normal şartlarda bir yüzme havuzu etkisi yaratabilecek mavi fayanslar bile çok hoşuma gitti. Özellikle de garsonların akıllara zarar sürati, güleryüzlü hizmeti, bir dediğinizi iki etmeyen harika tavrı üzerine konuşulmalı diye düşünüyorum. Ben ziyaret ettiğim yerlerde salt iyi hizmet gördüğü zaman, yani güzel "ağırlandığında" mutlu olan bir adam değilim. Pek çok işletme, günümüzde hem yemeklerinin zayıflığını, hem de zevksizliklerini şark usulü bir yalakalıkla örtmeye çabalıyorlar. Bundan nefret ediyorum. İyi hizmet olmazsa olmaz benim için, ama bir bütünün parçası. Karaköy Lokantası'ndaki hızır acil hizmete bayıldım resmen. Her şeyin ötesinde güleryüze ve size çaktırmadan, uzaklardan sizi takip eden garson mantığına. Tebrik ediyorum!

Yukarıdaki paragrafa bakarak dekorasyon ve servise tam puan verdiğimi görebilirsiniz sevgili dostlar. Bunun ötesinde mekanın lokasyonu da, gençliğimin geçtiği Karaköy bölgesine olduğu için ayrıca sempati duyuyorum. Öte yandan daha Galataport rant paylaşımı tam gerçekleşmeden kendi öz kentsel dönüşümünü yapan Karaköy coğrafyasının en şaşaalı yerinde olan bu lokantaya ulaşım pek kolay. Anadolu yakasından geliyorsanız, hiç kendinizi zorlamadan Kadıköy-Karaköy vapuruna binin derim. Yapılacak en mantıklı hareket bu. Arabaya binmeyin, vapurun, Boğaz'ın, Sarayburnu'nun, püfür püfür havanın keyfini çıkarın. İskelede indikten sonra sağa dönün, beş dakikalık yürüyüşten sonra kendinizi Karaköy Lokantası'nın önünde bulacaksınız. Avrupa yakasından geliyorsanız da yine toplu taşımacılığı kullanın derim; tramvayla Tophane'de alın soluğu, bir zahmet iniverin orada ve yine beş dakikalık yürüyüşle lokantayı bulacaksınız.

Gelelim yemeklere: Öncelikle o devasa soğuk meze vitrininin başında toplaşan ve mezelerin ışıltılı dünyasına dalıp giden insanlardan birisi olmak durumundasınız. Karar vermeden önce, iyice incelemelisiniz o güzellikleri. Pek çok seçenek arasından, eğer benim kafamda birisiyseniz, en başta bir patlıcan türevi, bir de yoğurtlu meze mutlaka seçmelisiniz. Ben, genel teamüllere uyarak haydari sipariş ettim öncelikle. Karaköy Lokantası'nın haydarisinin içinde çok ufak doğranmış salatalıklar da mevcut. Bu durumda cacık mı demeliyiz? Sanmıyorum, zira kullandıkları süzme yoğurt ve harikulade sarmısak kombinasyonuyla yemekten büyük keyif aldığım, belki de bugüne dek karşılaştığım en güzel haydari olmuş bu. Bir de patlıcan geldi masaya; o da bir hayli yoğurtluydu. Eğer isterseniz üzerine acılı bir sos da koyuyorlar; tercihe bağlı bir durum bu. Bana kalırsa bu da çok hoş bir mezeydi. Ayrıca pancar soslu enginar kalbi de, bir soğuk meze olarak arz-ı endam eyledi masada. Son dönemlerde çok severek yediğim enginar kalbinin tadı gerçekten hiç fena değildi, pancar suyu da çok yakışmıştı üzerine. Bunların yanına üzerine peynir rendelenmiş roka salatası da patlatınca ve bir de rakıyı ilave edince masa şenleniverdi iyice.

Ara sıcak zamanıydı şimdi. Sevgili dostlar, benim kitabımda ara sıcak dünyasının iki mühim aktörü vardır: Birincisi, tahmin edebileceğiniz gibi yaprak ciğer, diğeri de kabak kızartmadır. Kalamar da dahil olmak üzere, tüm diğer ara sıcaklar daha sonra gelir. Karaköy Lokantası'nda yediğim kabak tava gerçekten muhteşemdi. Çiçek Pasajı'ndaki Seviç'in kabağıyla aynı lezzetteydi diyebilirim. Todori'de yediğimden kat be kat daha iyiydi. Yine bu kategoride Eleos'u farklı bir yere koymak isterim, zira onların kabak kızartmasının içinde tadı çok bariz bir şekilde hissedilen bir peynir dominansı mevcut. Karaköy Lokantası'nda getirdikleri kabak tavanın yanında ise, sos olarak çok yoğun kıvamlı bir sarmısaklı yoğurt vardı. Kabaklarını yoğurda bana bana, kendimden geçerek yedim. Hemen ardından paçanga sipariş ettim. Burada önemli bir not: İlk defa ertesi gün kokusu her yanı sarmayan bir pastırmayla yapılmış bir paçanga yiyorum hayatımda. Tebrik etmek lazım mucidini. Ayrıca bir de kalamar lokmaları adını verdikleri, güveçte gelen muazzam yemeği söyledim. Tadının güzelliğini bir kenara bıraktım, sadece suyuna ekmek banmak, sınırsızca şamadıra yapmak bile benim için tarifsiz mululuklar kategorisinde yeni bir sayfa açtı. Kırmızı,yeşil biber ve bebek kalamar senfonisi diyebileceğim bu yemeği mutlaka deneyin sevgili dostlar. Mekanın yıldızlarından biri bana kalırsa.

Tatlı olarak ise kaymaklı peynir tatlısı ve sakızlı sütlaç deneme şansım oldu. Sütlaç gerçekten on numaraydı. Benim gibi pek "sakızperver" olmayan bir şahsiyeti bile yerinden oynatmayı becerdi tabir-i caiz ise.

Neticede Karaköy Lokantası, gerçekten güzel bir meyhane. Münferit ve türevleri gibi beni büyük hayal kırıklığına uğratan "modern meyhane" konseptinin içine dahil edebileceğim bir mekan değil, ama aynı zamanda klasik bir içkili lokanta da değil. Kendi havasında, kendi ruhunu yakalamış ve bunu bizlerle paylaşan "özel" bir meyhane. Yeni arayışlar içinde olan herkese duyrulur ve şiddetle tavsiye edilir!

Karaköy Lokantası
Kemankeş Karamustafa Paşa Mh. 
Kemankeş Cd No:37, 34425 İstanbul
T:0 212 292 4455

29 Nisan 2014 Salı

Adana Yüzevler Kebapçısı

Gözlerini kapatmalısın. Uzatma işte artık. Yemek, yazmak, yaşamak, ihtiyaç bunların hepsi. Yaşarken güzel yemekler yemek ve bunları yazmaktan daha ötesi var mı peki? Senin için yok. Kafanın içinde tam gaz oynanan tiyatro kimilerine anlamsız geliyor belki. Belki de haklılar; boş şeyler düşünüp, boş işlerle uğraşıyorsun. John Lennon "Working Class Hero" şarkısında aynen şunu söyler: "They hate you if you're clever and they despise a fool"... Ne akıllı ne de aptal olmak işe yarıyor demek ki. Toplum ikisini de sevmiyor, ne yapıp ederek dışlıyor. Toplum dediğin canavar, ortayolcuları seviyor ezelden beri. Hele bu ülkede rüzgarın yönü sürekli değiştiği için, sivri fikirleri ifade etmek ciddi bir risk taşıyor. Kapatmalısın gözlerini, gereksiz bu düşünceler. Uzatma. Bir kitapçının ortasında, rafları işgal eden binlerce kitaba göz gezdiriyorsun. "İçindeki Devi Uyandır"  Miden bulanıyor. "Ben Başardım, Sen de Başarabilirsin" Ellerinde bir titreme. "Yaşamına Format At" Sert bir öğürme duygusu bedenini alayıp geçiyor. "İstemenin Gücü" Dizlerinde bir boşalma hissi peydahlanıyor. Sert bir tekme ile devirmek istiyorsun rafları. Kitapların önünde durmuş yumruklarını sıkmış halinle seni tuhaf karşılıyordur insanlar. Bir yerde hata yapıyorsun. Buse Terim'in blogger olduğu ülkede, çok acilen bu işi bırakman lazım belki de. Uğraşmamalısın. Bir yararı olmayacak büyük olasılıkla çünkü. Zaman makinesi icat edilmesi durumunda 25 sene önceye gider, ünversiteye tekrar girer, büyük olaslıkla diyetisyen olurdun. Ya da yaşam koçluğuna verirdin bünyeyi. Beyaz Türkler taksitlerini ödeyemedikleri cep telefonları ve kıçlarına büyük gelen lüks arabalar dışında diyetisyen ve yaşam koçlarına harcıyorlar en büyük parayı. Onlara fazla gelen paralarını alırdın bir güzel. Zengin olurdun, bir güzel semirirdin. Yemeyenin zaten zayıflayacağını ve gerçekten aptallık yapmayanın yaşamda başarılı olacağı gerçeğini bilip kendi kendine kahkahalar atardın kuytu köşelerde. Ama ne yazık ki zaman makinesi henüz icat edilmedi ve sen bir kitapçıda sinirlendiğinle kalıyorsun. İyi bir kebap yemelisin. Kendine gelmeni, unutmanı, beynini uyuşturmanı sağlayacak formül bu: İyi bir kebap ! Ama öyle lastik gibi, satırlara küskün, fabrikasyon bir et curcunası değil, satır tarafından anası ağlatılmış, içine kaliteli acı basılmış, şalgam suyuyla taçlandırılacak bir güzellik peşindesin sen.

Gözlerini Adana Yüzevler'de açıyorsun. Bir sürü yeşillik var masada; adeta çiçek bahçesi gibi. Soğan, roka, gavurdağımsı bir salata, tulum peyniri, lavaş. Doksanlar'da mıydı bu lokantayla tanışman? Göztepe'de hani. Sonra Etiler'e de geldi. Adana'ya gidip yediğinde hiçbir fark görmemiştin. Demek ki artık Adana'ya gitmeye gerek yok iyi bir kebap yemek için, diye düşünmüştün. İstanbul'a getirmişler Adana'yı. Gülümsüyorsun. Tıpkı döner mevzuunda olduğu gibi, memleket insanının kebap konusunda da ciddi bir uzmanlığı olduğunu biliyorsun. Şimdi "bilmemneredeki kebabı dene esas" gibi yorumların gırla gideceğini de biliyorsun. "Orası çok bozdu" gibisinden beylik yumurtlamaların önünün kesilemeyeceğini de biliyorsun. Aldırma gönül aldırma! Lahmacun geliyor mini mini... Utanmasan tek lokmada bertaraf edeceksin, ama kibar taklidini çok iyi yaparsın. İki lokmada lüp! Küçük pide için de geçerli. Son derece lezzetli, son derece bilinerek yapılmış güzellikler bunlar. Ama dur, abartma, doyma, kebaba yer bırak. Ayıp etme bu güzelliğe. Çöpşiş ve ciğer konuyor masaya. Sakinsin ama coşkulusun da. Bu çöpşiş ise eğer, her yeri pıtırak gibi işgal eden "Çöpçü" gibi lokantalarda verdikleri yemek nedir? Peki bu ciğerse, Canımciğerim gibi halkımızın favorisi mekanlarda yediğin nesneler ne menem şeyler? Bu açıklanmalı. O kadar güzel ki ciğer şiş, kendinden geçmene ramak kalıyor. Yağlı, diri, yumuşacık, öfkeli ve sakinleştirici. Anlaşılması zor. Lavaşın arasına sokuşturduğun kuzu çöpşiş ise bir zamanlar Selçuk'ta yediklerin gibi adeta tanrısal. Kendini o kadar zor frenliyorsun ki! Daha on porsiyon söyleyebilirsin bunlardan. Çatlayana kadar da yersin. Ama kebap geliyor ağır ağır. Acılı mı acılı. Evet Bostancı'daki Yusuf Usta'nın, Samatya'daki Ali Haydar'ın, Kurtköy'deki Özsu'nun kebapları çok güzel. Hepsini çok severek indiriyorsun mideye. Ama bu başka. Bu insanı insanlıktan çıkarıyor. Eğer bu kebapsa, Develi, Sahan gibi yerlerde verdikleri ne? Onlara başka bir isim koymalı. Sadece hangar gibi mekanlar açıp beyaz örtülü masalarla döşeyip, kapıda on kişiyle karşılama merasimi yapmakla iyi lokanta olunmuyor. Türkler iyi yemekten değil, iyi ağırlanmaktan hoşlanıyorlar ve bu sebepten adı geçen yerlerin seveni çok. Kebaptan bir çatal alıyorsun. Ağzından dağılmasına izin veriyorsun. O da kendini sunuyor sana. Sakin ve güvenli. Uzun bir geçmişi var ama o kadar genç ve enerjik ki. Acısı yerinde. Etin her bir dokusunu hissediyorsun. Kuyruk yağına tapanlar cemiyetininin müstesna bir üyesi olarak, bu yağın öyküsünü anlatmasına izin veriyorsun. Hafif sulu. Ben varım diyor bu et. Ben yaşıyorum diyor. Öfkelenme, yaşamana bak diyor. Ben senin terapistin olurum diyor.

Yerinden kalkıyorsun. Gerçekten sakinsin. Buse Terim mi? Çok uzaklarda şimdi. Müzeyyen Senar ve Zeki Müren'i canlı izledin, rakı içmelerini gördün bir zamanlar. Yüzevler'de kebap yedin, Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı 4-3 yendiği maçta tribündeydin. Biber gazı yedin. Iron Maiden'i seyrettin. The Beach filminin çekildiği kumsalı gördün. Belki de hayat o kadar kötü bir şey değil be arkadaş...

Adana Merkez : Ziyapaşa Bulvarı, Yüzevler Apt. Zemin Kat.No:25/A Seyhan/Adana
Telefon : 0322 454 75 13
Faks : 0322 459 47 37
E-Posta : iletisim@yuzevler.com.tr
Türk Telekom Arena Şube : Türk Telekom Arena Şişli /İSTANBUL
Telefon : 0212 287 01 01
Faks : 0212 287 01 01
E-Posta : arena@yuzevler.com.tr
Etiler Şube : Nispetiye Cad. No:10
Telefon : 0212 287 01 01
Faks : 0212 287 01 01
E-Posta : etiler@yuzevler.com.tr
Maslak Şube : Ahi Evren Cad. Nazmi AKBACI Tic. Mrkz. No:210
Telefon : 0212 346 21 71
Faks : 0212 346 21 74
E-Posta : maslak@yuzevler.com.tr
Göztepe Şube : Göztepe İstasyon Cad.No:17 Göztepe Kadıköy/İstanbul
Telefon : 0216 355 18 80
Faks : 0216 467 59 08
E-Posta : goztepe@yuzevler.com.tr

25 Nisan 2014 Cuma

Rotisserie Noir

Zaman zaman sinsice arkamdan, ya da düpedüz yüzüme karşı, hatta bazen salt sosyal medyanın bilindik enstrumanlarını müdanasızca kullanarak olumsuz, sert ve sivri dilli olduğumu söylüyorlar bazı kimseler. Hiç kimseyi beğenmiyormuşum ben. Genelde benim gibiler sadece eleştirirmiş. Aksiyon sıfırmış. Benden, "Dünyada ne harika şeyler oluyor", "Her şey sevmekle başlar", "Her sabah altıda kalkar sporumu yaparım, genç kalırım, gıdama dikkat ederim, acayip aktif bir yaşam sürerim", "Her şeyin başı pozitif düşüncedir, en iyiyi isteyin, çok çalışın, evrene mesajınızı yollayın, gerisi tevekkülle olur." gibi nefis cümleler bekliyorsanız, çok beklersiniz. Bu cümlecikleri günün her saati duyabileceğiniz, göz ve dudak kenarlarında sürekli gülümsemekten kırışıklıklar oluşmuş bir yığın yaşam ve iş gurusu var etrafta. Onlara koşun, kucaklayın bu güzide insanları, birbirinize moraller, vitaminler verin. Benimle işiniz olmaz beklentiniz buysa. Bu harika insanlar dışında bir de muhteşem "Y Kuşağı" var çevremde. "Parallel Processing" yapma konusunda üstüne olmayan, "multitasking"in kralı, her tezeğe yetişebilen, bilgi alma ve sınırsızca paylaşma uzmanı sevgili Y Kuşağı... Dikkat süresi üç yaşındaki kızımdan fazla olmayan, bence aynı anda birçok işi yapmaktan ziyade dikkat eksikliği hastalığından muzdarip bu internet bebeleri için yazdığım metinler fazla uzun kaçıyormuş. Daha çok görsel kullanımı önemliymiş. İnsanların vakti yokmuş. Türkiye gibi, insanların profesyonel iş yaşamında sabah sekizden akşam onbire kadar çalışıp %10 verimlilikle hiçbir işini bitiremediği, günde iki saat kadar sigara arası verip dedikodu ile günlerini harcadıkları bir ülkede, benim beş dakikalık yazılarım uzun geliyorsa sevgili Y Kuşağı... "İpimle kuşağım..." diye kucaklarım hepinizi. Biraz daha okumaya gayret edin, belki adam olursunuz günün birinde...


Alakasız girizgahlarımla meşhurumdur ben sevgili okurlar. Sert ve sivri dilli olduğumu kabul ediyorum, ama olumsuz ve karamsar değilim. Defalarca yazdım, iyi bir yemek beni kendimden geçirir. İnsan beğenmediğim de doğru değil, zira öve öve bitiremediğim birtakım mekanlar birilerinin elinden çıkıyor tahmin edebileceğiniz gibi. Bu anlattığım yerlerde emeği geçen kişilere büyük hayranlık duyuyorum. Yazacağım yazı da hoşuma giden, servis ve yemeklerinden genel olarak memnun kaldığım bir lokanta ile ilgili. Adı "Rotisserie Noir". Benim pek zaman geçirmediğim Bağdat Caddesi'nin üzerinde, hatta bir önceki yazımın konusu olan Le Pain Quotidien'in tam karşısında. Mekan küçük, hem açık hem de kapalı kısımları mevcut. Adından da anlaşılacağı gibi (noir) siyah ağırlıklı, bana pek de çekici gelmeyen bir dekorasyona sahip. Havalar iyi olduğu zaman, açık bölümünde oturup, güzel müzik dinleyip, son derece hoş yemekleri mideye indirerek Bağdat Caddesi ahalisinin gelip geçmesini izlemek için ideal bir konumda. Ziyaretlerine gittiğimde yemeklerin Fransız çevirme tekniği olan “rotisserie” usulü pişirildiğini, Rotisserie Noir’a gelen konukların, tercih ettikleri etleri sipariş ettikten sonra, seçilen etlerin özel aparatlarıyla rotisserie makinesine asılarak pişirildiğini, misafirlerin bu süreci bizzat izleyebildiğini öğrendim. Ayrıca Rotisserie Noir’ın rotisserie makinesinin de çok özel; el yapımı olduğunu, içindeki volkanik taşların ısınmasıyla ısıyı eşit olarak dağıttığını ve böylece etlerin dışı en iyi şekilde pişip mühürlenirken, içleri sulu kalarak pişildiğini de öğrendim. Servis son derece güleryüzlü, samimi ve hızlıydı. Bunu sevdim. Ayrıca menü de yüz sayfalık menülerden değil, gayet sade ve kolay karar vermenizi sağlayacak türdendi. Bu da ayrı bir güzellikti. Bir de çok pahalı olmadığını düşündüğüm fiyatlarla karşılaştım. Kasap Döner'de 200 gramlık porsiyon döneri 26 TL'ye yiyorsanız, Rotisserie Noir'da 39 TL'ye 200 gram antrikot yemek sizi üzmemeli sevgili okurlar. Menüye baktığımda günün çorbası ile başlayan bir akış gördüm. Caprese, soğuk et tabağı ve peynir tabağı ile devam eden soğuk başlangıçlar vardı. Enginar/kereviz ranch sos ile, fırınlanmış keçi peynirli bruschetta, trüf yağlı yumurtalı güveç, ananaslı tavuk roll, ayvalı etli roll, merquez sosisten oluşan sıcak başlangıçlar dikkat çekiyordu. Salatalar dışında, lokum, bonfile, antrikot, dana şiş, kuzu but, kuzu pirzola, 1/2 tavuk, sosis ve trio burgerden oluşan bir et menüsü mevcuttu. Etlerin yanınan fırın patates, tatlı patates, irmikli patates, kremalı ıspanak, fırın sebze, fırın makarna ve patates püresi alabiliyordunuz. Tatlılarda ise noir muz, nutella, ballı cevizli krema, noir ananas, noir ayva, portakal çikolatalı truffle ve cheesecake bulunuyordu.


Yemeğe soğan çorbası ile başladım. Kıvamlı ve hoş bir tadı vardı. Yine de memlekette bu çorbanın en iyi örneğini Paul'de içtim diyebilirim. (Paris'te ise Chez Andre denen o büyüleyici tapınakta.) Sonra keçi peynirli Bruschetta ve Merguez sosisi ile devam ettim. Keçi peyniri son dönemlerde en sevdiğim peynir ve Bruschetta'daki uyumu gayet güzel. Ama esas sosisi konuşmamız lazım dostlar! Merguez sosis Kuzey Afrika icadı, Fas ve Tunus yörelerinin gastronomi kültürüne kazandırdığı, acılı, çok baharatlı bir sosis cinsi. Burada acılı mayonez ile servis ediliyordu. Tadına doyamadım, lezzetini, ağzımda raksedişini unutamadım. Kibarca tanımladığında, sucuğa en yakın sosis cinsi Merguez sosisi denebilir. Tulumbacı lisanı ile ifade etmek gerekirse de "sucuğun yandan yemiş hali"dir (kaynak: ekşi sözlük). Bayıldım tek kelimeyle! Kesinlikle mekanı ziyaret etmeyi düşünen herkese şiddetle tavsiye ediyorum bu sıcak başlangıcı. İkram olarak getirdikleri kereviz de gayet güzeldi. Ana yemek olarak ise antrikot ve neredeyse son senelerde dönerden sonra en popüler Türk yemeği haline gelen "lokum"u denedim. Lokum idare ederdi, ama antrikot gerçekten ağzıma layıktı. Tam istediğim şekilde "ortamsı" pişmiş, yağlı, sulu ve "düve" etindendi. Çok keyif alarak yedim. Tatlılardan ise kızarmış muz geldi masaya. Nutellalı, kremalı ve çok ilginç bir şekilde patlayan şekerlerle süslenmişti. Bana kalırsa şekerlerin patlaması çok hoş bir animasyondu. Tadı ise bu kadar etten sonra insanın vücudunda bir denge kurmasını sağlayacak kadar tatlıydı. Muzun rotisserie makinesinde pişilmiş olduğunu öğrenmek beni ayrıca şaşırttı diyebilirim.

Bana kalırsa gayet iyi bir işletme Rotisserie Noir. O bölge insanını rahatlıkla çekebilecek ve uzun soluklu olma şansına sahip bir lokanta. Biraz daha bilinirliği artar ve adını duyurabilirse gelecek parlak olabilir.  Tüm kalbimle başarılı olmasını diliyorum.

Rotisserie Noir
No: 490 Bağdat Caddesi
Suadiye Kadıköy İstanbul
Tel: 0 216 445 15 05
http://www.rotisserienoir.com.tr

24 Nisan 2014 Perşembe

Le Pain Quotidien Suadiye

Bol yağmurlu bir havada parke taşı kaplı bir yokuşu zorlukla tırmanıyorum. Yaşlı ve yorgun bir kentin göbeğinde yorgunum. Adımlarım birkaç ay önce geçirdiğim bir sakatlıktan ötürü istediğim kadar hızlı değil. Brüksel...Sablon mu buranın adı? Bunun bir büyüğü, bir de küçüğü var galiba. Bilemiyorum. Tek bildiğim waffle kokan bir şehrin eski sokaklarını arşınladığım. Kayseri çoşkulu bir şekilde pastırma kokar, Amsterdam sakin sakin ot, Bankok ise tüm koşuşturması içinde buram buram zencefil; burası da belirli bir süre sonra insanın içini bayıltacak bir yoğunlukta waffle kokuyor. Depresif bir kentin dar sokaklarındayım ben, bu kesin. Bol bol çiğ deniz mahsülü indirmişim mideye. Leon'da midye yemişim, sokaklarda waffle'ların tadına bakmışım. Bir turistin gebeş gebeş yapması gereken tüm faaliyetleri aradan çıkarmışım. Hem bağışıklık sistemimin, hem ruh halimin şirazesi hafif kaymış bu sebepten. Aslına bakarsanız ardı arkası kesilmeyen tuhaf bir bira resm-i geçidinin ortasındaki hafif esrik halimden bir hayli memnunum. Bu kente ilk gelişim, çoğunu gezdim. Bir planım yok ve karşımda Le Pain Quotidien'i görüyorum. Tanıdık bir isim. İşin doğrusu, memlekette pek ziyaret etmediğim bir mekan bu. Kalyon'daki sentetik libido selinin içinde nispeten sakin duruşuyla arada kahve içmeye gittiğim, İstanbul'da açılan ilk şube dışında, bir de Buyaka'daki mekanda arada sırada oturmuşluğum var. Şimdi Brüksel'de karşımda. Yağmur yağıyor. İçeri giriyorum. Kalabalık. Masalar dolu. İnsanların keyifle tartine'lerini yediklerini, kocaman fincanlarından kahvelerini yudumladıklarını ve sohbet ettiklerini görüyorum. Keçi peynirli tartine'in tadına bakıyorum, bir de kahve yanında... Güzelmiş böyle yaşamak; ağır ağır böylesi bir yemeği yerken kaygısızca sohbet edebilmek. Brüksel'i daha çok seviyorum şimdi. Birbirinden alakasız Avrupa Birliği insanları, eskiliği, güzel kokan renkleri ve Le Pain Quotidien'de yediğim bu yemek yüzünden.

Bunları düşünerek gidiyorum Suadiye'deki lokantaya. Mekanist tarafından davet edildiğim zaman da hayli mutlu olmuştum. Oturuyorum hemen. Gurular yerlerini almış. Mekanı bize tanıtmak üzere oradan bulunan firma yetkilileri de. Bu tarz zincir lokantalar ülkeden ülkeye zaman zaman farklılık göstermek zorunda kalıyorlar doğal olarak. Örneğin Brüksel'de menünün hemen hepsi organik ürünlere dayandırılma iddiasındayken, Türkiye'de bu mümkün değil. Memleketimizde bu durum "mümkün olduğunca organik"e dönüşmüş durumda. Olsun! Öte yandan blogda yazdıklarımı takip edenler, sağlıklı yemeklerle olan ilişkimi çok iyi bilirler. Bir yemeğin sağlıkla dost olabilmesi için tadından feragat etmek zorunda olduğunu düşünen, tüm lezzetli yemeklerin zararlı olduğuna inanan, hayli etobur bir kimseyim ben. Dolayısıyla buraya beni çağırmak bir büyük risk taşıyan ve çok harika bir fikir olmayabilir işin doğrusu. Önyargılarla dolu dünyamda, enginar hücumuna uğramış bir menüyle beslenmek çok yerinde bir karar gibi görünmüyor. Yaptığımız sohbette, erkeklerin bu lokantaya bir miktar mesafeli yaklaştıklarını, zira buradaki sağlıklı ve sebze ağırlıklı ürünlerle doymayacaklarını düşündüklerini öğreniyorum. Daha çok kadınların uğrak yeriymiş Le Pain Quotidien. Sabit bir menüsü ve üç ayda bir mevsimin getirdiklerine bağlı olarak düzenledikleri ikinci bir menüleri daha varmış. Elimde tutuyorum bahsettiğim ikinci menüyü. Tüm yemekleri bir şekilde enginar türevi olduğunu görüp merakla inceliyorum. Önden bir tartine geliyor, yanlış anlamıyorsam domates ezmesi ve pesto sos sürülmüş, üzerinde fırınlanmış enginar parçacıkları ile. Ayrıca bir de zeytinyağlı enginar getiriyorlar, üzeride patates, havuç ve bezelye ile. Annemin yaptığı ve sevdiği gibi. Tadı gerçekten enfes, enginarın özenle seçildiği belli. Önyargılarımın silinmesine ramak kaldığını söyleyebilirim. Sonra bir paylaşım tabağı geliyor: Akdeniz tabağı sanırım. İçinde on numara bir humus, enginar ezmesi, kinoa, patlıcan ve parmesan var. Enginar ezmesi için yumuşak bir parantez açmakta yarar görüyorum: Biraz tuzlu olmakla birlikte çok lezzetli. Ekmeğe sürüp yemenizi öneririm.


Ana yemek faslı gelip çatınca, enginarlı "free range" tavuk Alfredo ve somonlu kinoa risotto denemeleri vuku buluyor masada. Bendeniz çörek otu bezenmiş somonlu risotto ile ilerliyorum. Çörek otu somon birlikteliğinin tuhaf uyumuna hayret ederken, yeni tanıştığım kinoa'ya çok şaşırmamakla birlikte, içine koyulan malzemenin tadını iyi taşıdığını fark ediyorum. Güzel bir ana yemek bu. Alfredo'nun ise çatal ucuyla tadına bakıyorum ve bana kalırsa hiç de fena değil. Keyifli ve sağlıklı bir yemeği, güzel tatlılar ve kahve ile sonlandırmak gerekiyor. Gelen tatlılar içinde kahveli ekler, çilekli tart ve brownie var. Eklerin bana kalırsa harika bir tadı var. Kahvenin işte böyle zaman zaman tatlıların içine muazzam bir rengi kattığını söylemek mümkün. Çilekli tart ise oldukça hafif ve iyi bir kahve eşlikçisi gibi geldi bana. Doğal olarak bu tatlıların yanında, o çok sevdiğim kocaman fincanlarında ("tasları" mı demeliyim?) sütlü kahve içiyorum. Kurulduğumuz kocaman "komünal" masanın, pek çok Le Pain Quotidien'de olduğu gibi bir öyküsü var. Fransa'daki tren raylarından dönüştürülerek yapılmış. Bunu öğrenmek beni çok şaşırtıyor, lakin bu zincirin geri dönüşüm konularına verdiği önemi de biliyorum. Örneğin Kanyon'da duvarda dikkat çeken rafların bir zamanlar ecza dolabı olarak kullanıldığı da bilinen bir öykü.

Yemeğin sonunda kendimi iyi hissediyorum. Üstelik zararlı da yemedim. Bu benim için yeni bir fikir açık konuşmak gerekirse. Farklı bir dünyanın değişik renklerini görmek, üstelik de bundan keyif almak güzel bir deneyimdi. Özellikle iyi bir kahve ve yanında tatlı için sık sık gideceğim bir yer artık Le Pain Quotidien...

Le Pain Quotidien Suadiye
Havacı Binbaşı Mehmet Sk Orter Apt. 
No:2 D:1, Suadiye/İstanbul 
Tel:0 216 416 5933